Makaleler

Aklın Özgürleşmesi Deng XIaoping ve Başbakan Erdoğan

Aklın Özgürleşmesi Deng XIaoping ve Başbakan Erdoğan

Çin ve Çinliler, coğrafi olarak Türkiye’ye uzak olsa da tarihsel olarak Türklerle ortak bir geçmişleri vardır. Çinliler de Türkler gibi Batı’ya karşı bir bağımsızlık savaşı verdiler. Dahası Türkler, Atatürk ile Batı’nın cumhuriyet yönetimini, Çinliler ise Mao ile bir başka Batı ideolojisi olan komünizm devlet yönetimini benimsedi.

Çinlilerin yönetim şekli halen komünizm olsa da ülkedeki liberalleşme hızlı bir şekilde sürmektedir. Ancak her türlü Batılılaştırma çabalarına rağmen Çin’in liberalizmi ve dışa açılımı “Batılıların” istediği şekilde olmamaktadır. Kısacası, Çin, büyük bir ekonomik kalkınmaya “Batılılaşmadan” girdi. Çinliler, ekonomik kalkınmayı Çin öz kültür geleneğinin üzerine inşa ederek dünya devine dönüşmeyi başardı. Batı ise Çin’in “Batılılaşmadan” kalkınmasını bir nevi sindirememekte ve bunun Çin’e özgü sosyalizmini anlayamamaktadır. Zira Batı, Çin’in tek tipleşmesi gerektiğini, Çinlilerin de Batı gibi düşünmesini istemektedir. Çinliler ise tek tipleştirilme konusunda Batılıları dinlemediler ve kendilerine özgü bir yolda devam ettiler.

Çinliler, kalkınma modellerini muazzam kültürel birikimleri üzerine kurdular. Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) mutlak hâkimiyetinden de yararlanarak tamamen Çin’e özgü bir kalkınma planı geliştirdiler. Ünlü Çin bilimci John Naisbitt, “Batı’nın Çin’deki demokrasi işleyişini anlayamamasının sebebi[nin] tabandaki kuvvetleri ve bunların sistem içindeki etkisini bir türlü göremediğinden” kaynaklandığını savunmaktadır. Nitekim Batılıların demokrasi anlayışı, kişinin bireysel özgürlüğü üzerine kuruludur. Oysa Çinlilerin demokrasi anlayışı, “bir topluma, cemaate, aşirete ya da ulusa bağlı olmayı” gerektirmektedir. Batılıların aksine bir şeyin parçası olmak, Çinliler için önemlidir. Batı, Çinlileri anlamadığı gibi (başlarda ben de Erdoğan’ın seçim başarısını -Batılılar gibi düşündüğümden- anlayamamıştım) Anadolu halkını da anlayamamıştır. Nasıl ki Cumhuriyet’in ilk kurulduğu zamanlarda Anadolu’nun kültür geleneği es geçildiyse, Batı da Çinlilerin kültür ve yönetim geleneğini anlamak istememektedir. Anadolu halkı Erdoğan’a son seçimlerde bir kez daha iktidar şansı verdi. Erdoğan, Türk halkına, “tarihsel kültürüne bağlı kalarak ve ülke politikalarını uygulayarak” Türk’ün tekrar dünyaya meydan okuyabileceğini ve gerektiğinde uluslararası arenada bir Türk’ün dik durabileceği özgüveni aşılamayı başarmıştır. İkinci döneminde ise daha fazla risk alarak devletçi ve statükocu geleneği kırdı. “Dokunulamaz” denilen her şeye dokunulabileceğini göstererek iktidarı Anadolu’ya açtı. Anadolu halkı da değişimleri unutmayarak Erdoğan’ı üçüncü kez iktidar ile ödüllendirdi.

Batı ise Çin’de olduğu gibi Türkiye’de de kendi istekleri doğrultusunda hareket edilmediğinde çoğu kez azınlık hakları ve insan hakları ihlallerini gündeme getirmektedir. Oysa Soğuk Savaş döneminde ya da diğer bir ifade ile Batı’nın komünizme karşı mücadelesinde taraf olan ülkelerin, rejim şekli ne olursa olsun yaptıkları her şey mubah sayılmaktaydı. Türkiye’nin son 80 yıllık tarihine baktığımızda azınlık ve insan haklarını en fazla ihlal edenler Batı yanlısı rejim savunucuları olmuştur. Bu kesimlerin kimin tarafından finanse edildiği de açıktır. Bugün Türkiye’nin azınlık ve insan hakları sorunu (birçok iyileştirmeye rağmen kısmen halen sorunlar var) olduğunu iddia edenler, Türkiye’nin azınlıklarından arınmasına neden olmuş, kendi öz toplumuna da işkenceler yapılınca görmezden gelmiştir. Bu politikaların sonucunda da Güneydoğu tamamen Kürtleşmiş ve ülke insanının karşısına tekrardan Kürt sorunu olarak sunulmuştur. Bununla beraber dünyanın her yerine kolayca bağlanabilen bir alanda yer alan bir ülke olmasına rağmen sanayisi ve teknolojisi bilinçli bir şekilde geri bırakılarak Anadolu halkının da ticari potansiyeli kullandırılmayarak tamamen dış borçlara bağımlı bir ülke yaratılmıştır.

Eski komşu Çinliler ise daha farklı bir trajedi yaşadı. Kendi kaderlerini Batılıların müdahalelerine izin vermeden ağır bedeller ödeyerek çizdiler. 1978’de Çin halkı özgüvenini kaybetmiş, fakirleşmiş ve bitkin bir durumdaydı. Ancak küçük bir adam olan Deng Xiaoping’in akıl dolu politikaları, Çin’in yeniden şahlanmasını sağlayacaktı. Deng, o döneme kadar Çin’de hiç de kolay olmayan bir değişimi başlatarak vatandaşlara daha fazla sınır ve özgürlük alanı açtı. İnsanlara daha fazla sorumluluk verdi. Bu da ülkedeki gelişimin ivme kazanmasını sağladı. Çin toplumu da Anadolulular gibi yeniden kendine olan güvenlerini kazandı. “Bundan otuz yıl önce Çin, bütün ağaçların birbirinin kopyası olduğu dev bir ormana benziyordu. Ormanın tek biçimliliğini bozan her ağaç kesiliyordu. Ancak bu tek biçimli ormanın sürdürülebilir olmadığı ortaya çıktı. Bu gerçeğin farkına varan dönemin Çin lideri Deng, aklın özgürleşmesi çağrısı yaptı.” Deng, çeşitliliğin Çin’de kök salması gerektiğini, bunun da Çin’in yaşamını sürdürmesi ve ülkenin gelişmesi için vazgeçilemez bir olgu olduğunu savundu. John Naisbitt, Deng’in düşüncelerini ve 1978’den sonra Çin’de yapılan siyasi ve ekonomik reformları “Ormanı yeniden yeşermeye bırakmak, bekleyip boy atan ve atamayan ağaçları görmek ve ormandaki bütün bitki ve ağaçlara zamanla kendilerini bir düzene sokma fırsatı tanımak” olarak yorumluyor.

Çin, yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı biçiminde bir ekonomik ve siyasi kalkınma gerçekleştirdi. Hu Jintao, “Eğitime öncelik vererek, Çin’i insan kaynakları bakımından zengin bir ülke yapmalıyız.” demektedir. “Hükümet müdahalesini ve faaliyetlerini mikro yönetimini en aza indirerek” yapabileceklerini söylüyor. Deng de 1978’de yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “Bilim ve teknoloji birincil kuvvettir. Aydınlar da işçi sınıfının bir parçasıdır.” Çin, serbest piyasa ekonomisine yönelerek üretim kuvvetlerini serbest bıraktı. Hedef olarak da istikrarlı bir büyüme, dünya ekonomisi ile entegre ve ülkenin modernleşmesini de 2050 yılına kadar tamamlamak olarak belirtmiştir. Çin, bu hedeflere ulaşmakla kalmayarak bu hedeflerin çok önüne kısa süre içinde geçmeyi başardı. Ardından da daha büyük hedefler ortaya koydu. Hu Jintao da bunu hükümetin mikroekonomik süreçlere müdahalesini azaltarak, ülkenin bağımsız inovasyon kapasitesini yükselterek, halkın yükselen coşkusunu kamu işlerine katılıma yönelterek, yurttaşların siyasi faaliyetlere her düzeyde ve alanda düzenli katılımını yaygınlaştırarak yapabileceklerini söylemiştir.

Çin, artık dünyanın en büyük imalat merkezidir. Çinliler bunu Deng zamanında başlatılan reformlar sonucunda “birlikte risk üstlenmek” ile başardılar. 1980’lerden itibaren ülkeye yabancıları beraber risk almaya davet ederek onlardan ticareti ve teknolojiyi öğrendiler. Deng, know-how ithal etmek için ülkenin güney sahillerinde beş tane özel ekonomik bölge kurdurttu. Çin’in sermayeye ve know how’a otomotiv sanayiinin de çalışanlara ihtiyacı vardı. Bugün Çin, dünyanın otomotiv üretim merkezidir ve ülke, artık kendi otomobillerini üretip dünyaya pazarlayabilmektedir. Özellikle hibrit ve elektrik pilleri üzerine uzmanlaşarak rekabet edebileceği alanda daha fazla yatırım yapmaktadır.

Çin, 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) üye oldu. DTÖ’ye katıldıktan sonra ihracat hacmi her yıl yüzde 20 ila 30 oranında arttı. 2010’da Çin’in dış ticaret hacmi 2,8 trilyon dolara çıktı. DTÖ’ye girdikten sonra Çin’in batacağını öngören birçok insan oldu; ama tam aksine bu süreç içerisinde ülke dünyanın imalatçısı olmayı başardı. Bununla beraber Çin’in imalat için kaynak ihtiyacı arttı. Ülke bu ihtiyacı karşılamak için çok farklı bir strateji uygulayarak kendi işadamlarının ve şirketlerinin önünü devlet olarak açtı. Dahası Yabancı Ortak Girişimler Yasası’nı devreye sokarak ülkeye akan sermayenin hız kesmeden devam etmesini sağladı. Bu sayede 1980’den 2007’ye kadar yabancılar 591 bin yabancı finansmanlı işletme kurdu ve dünyanın önde gelen 450 çokuluslu şirketi Çin’e yatırım yaptı.

Markus Ürek Uluslararası İlişkiler Uzmanı

Hem indirmesi hemde kullanımı tamamen ücretsiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu