Teknoloji ve İnovasyon Haberleri

Bilim Teorileri ve Bilim İnsanları

“ÖZCÜLÜK”

Richard Davvkins
Evrim Biyoloğu – Oxford Üniversitesi Smonyi Kürsüsü Fahri Profesörü

Dawkins, özcülüğün biyolojik anlamda ele alınmasına bir son vermemiz gerektiğini düşünüyor. Özün türleri anlamaya yardımcı olmadığını, sadece o tür hakkında genel bilgiler verdiğini hatırlatıyor. Örneğin; bir tavşanı tavşan yapan şeyleri (yumuşak tüyler, hız, vs) inceleyerek onun nasıl ortaya çıktığını anlayamayız.

evrim teorisi

Evrim teorisi ortaya atılmadan önce “özcülük” (essentialism) kavramı oldukça rağbet görüyordu. Biyolojik anlamda ilk kez Platon’un çalışmalarında ortaya çıkan bu kavram; ister bir insan olsun, ister farklı bir tür, nesnelerin gerçek tabiatını (özünü) anlamak için o türe ait niteliklerin özüne bakmak gerektiğini savunur. Diğer bir deyişle; türler birbirinden bağımsızdır ve değişmezler. Platon’un bu yaklaşımı günümüzde birçok evrim biyologu tarafından biyoloji biliminin gelişimine en çok zarar veren bakış açısı olarak tanımlanıyor. Çünkü türlerin birbirinden soyutlanması, bir türün kendi içindeki çeşitliliğin de göz ardı edilmesi anlamına geliyor. Aslında Platon sistematik düşüncenin gücüne inanan, bu nedenle matematiğin ne kadar önemli olduğunu herkese öğreten büyük bir dahiydi. 0 sadece türlere biyolojik anlamda bir açıklama getirmeye çalışıyordu. Belki de Darvvin’in kendisinden çok sonra gerçekleştireceği çalışmalardan haberdar olsa tüm bakış açısı değişebilirdi. Ama Platon’un öğrencisi olan Aristoteles, onun bu yaklaşımını kullanarak tarihte türleri sınıflandıran ilk insan olmuştu. Aristoteles’in biyoloji konusundaki çalışmaları kendisinden sonra gelenler için büyük önem teşkil etti. Aslında bu açıdan biyoloji biliminin gelişimine de hizmet etmiş oldu. Ama tabii bu çalışmalarda türler arasındaki ilişkilere ya da örneğin bir türün kendi içinde gerçekleşen evrimsel değişimlere hiç yer verilmemişti.

Richard Davvkins, özcülüğün biyolojik anlamda ele alınmasına bir son vermemiz gerektiğini düşünüyor. Çünkü artık türler konusunda gerçeği yansıtmadığı bilimsel olarak da kanıtlandı. Özün türleri anlamaya yardımcı olmadığını, sadece o tür hakkında genel bilgiler verdiğini hatırlatıyor Davvkins. Örneğin; bir tavşanı tavşan yapan şeyleri (yumuşak tüyler, hız, vs) inceleyerek onun ilk olarak nasıl ortaya çıktığını anlayamayız. Ayrıca özcülük yaklaşımı melez türleri de göz ardı ettiği için hem insanları hem de diğer türleri kısıtlı kategoriler altında sınıflandırıyor. Oysa günümüzde melez türlerin gerçekliğinden kimsenin şüphesi yok. Dahası; tüm türler taksonomik olarak sınıflandırılmaya devam ediliyor olsa da DNA’nın büyük bir bölümünün hepsinde ortak olduğunu biliyoruz.

Sinirbilim uzmanı ve psikolog olan Northeastern Üniversitesi Profesörü Lisa Barret da Davvkins’in görüşüne katılıyor: “Bazı çevreler Darwin’in fikirlerini benimsemiş olsalar bile özcülüğü hala terk edemediler. Bu kez de genler varlığın özü haline geldi. Ancak gen varyasyonlarının da çevresel koşullarla belirlendiğini biliyoruz.”

KÜLTÜR

Pascal Boyer
Psikolog ve Antropolog – St. Louis VVashington Üniversitesi Profesörü

Kültür kavramı ilk olarak Romalı hatip Cicero tarafından ortaya atılmıştı.

Bu kavramı, özetle toplumsal gelişim sürecinde yaratılan kolektif manevi değerler olarak tanımlayabiliriz. Sosyolojik olarak ele alındığındaysa; hepimizi çevreleyen toplumsal bir miras olarak özetlenebilir. Bizi diğer türlerden ayırıp daha özel bir konuma getirdiği için her zaman insanı ve yarattığı değerleri onurlandırıyor gibi algılandı ve eğitimle birebir ilişkilendirildi. Ama anlamına bilimsel olarak yaklaştığımızda şu sonuçla karşılaşıyoruz: Herhangi bir bireyin zihninde beliren bir enformasyon (niteliği ne olursa olsun), açıklanamayan bazı sebeplerle başka bireylerin zihninde de benzer şekilde kavramlaşır veya belirir.

Sosyal ve bilişsel davranışlar uzmanı Daniel Sperber kültürü “zihnin tasvir becerisine bulaşan salgın bir hastalık” olarak tanımlıyor çünkü nasıl düşüneceğimiz konusunda bizi kısıtlayarak yarattığımız değerleri etkilediğini söylüyor. Pascal Boyer de bu yaklaşıma katılıyor ve gerçek bir değer olmadığı halde tüm gerçeğin sınırlarını belirlediği için kurtulmamız gereken bir kavram olduğunu dile getiriyor: “Kültürün gerçek bir değer olduğuna inanırsanız, tüm bireyler için geçerli olması gerektiği ve nesiller boyunca değişmeden devam edeceğini iddia etmiş olursunuz.” Oysa kültür çeşitliliği durumun hiç de öyle olmadığını açıkça gösteriyor. Örneğin: “Uzakdoğu kültürü” dediğimizde tüm bölgede geçerliymiş gibi bahsettiğimiz o kavram aslında sadece istatistiksel benzerlikleri içeriyor. Diğer bir taraftan; her birimizi, içinde bulunduğumuz kültüre aktif katkıda bulunan bireyler olarak görüyor olmamıza sebep olsa da aslında hepimizin pasif bir şekilde bizden önce yaratılmış kavram ve değerleri öğrenip kabullenmemizi şart koşuyor. Oysa evrimsel psikolog John Tooby’nin dile getirdiği gibi; “Bilimsel anlamda insanları birbirine bağlayan şey kültürel değerleri değil. Herkesi kapsayan küresel bir zihinsel ve duygusal program var. Ama kültürel değerler öylesine büyük bir baskı yaratıyor ki çok azımız beynimizin gerçek kapasitesini kullanabiliyoruz.”

Sinirbilim uzmanlarının son zamanlarda elde ettiği bazı sonuçlar, kültürün insan davranışları üzerinde kalıcı etkilere sebep olması nedeniyle beyinlerimizi de değişime uğrattığını kanıtladı. Boyer, bir kavram ve algı olarak kültürün insan topluluklarının davranışlarını incelerken de sonuçları saptırdığını söylüyor. Çünkü aslında insanlar arası iletişim, zihinsel temsilin bireyden bireye direkt aktarımıyla değil, diğer bireylerin ifade ve davranışlarından elde edilen sonuçların kişisel olarak yorumlanmasıyla gerçekleşiyor.

EVRENİN TEK VE EMSALSİZ OLUŞU

Andrei Linde
Teorik Fizikçi – Stanford Üniversitesi Fizik Profesörü

Andrei Linde, 80’li yılların başında fizikçi Alan Guth’un geliştirdiği kozmik şişme teorisi üzerine çalışırken evrenin tek ve emsalsiz olmayabileceği üzerine bir teori geliştirmiş ve daha sonra bu bilimsel yaklaşım sicim teorisi tarafından da onaylanmıştı. Çoklu evrenler olarak adlandırılan bu model, artık bilim dünyasında yaygın olarak kabul edilen bir fikre dönüştü. Çünkü daha önce fiziğin açıklamakta zorlandığı konuları alternatif bir yaklaşımla aydınlatabiliyor. Örneğin, evrenin yaşama uygun ortamı barındırmış olması kolayca açıklanamayan konuların başında geliyordu. Bu, ya rastlantısal bir durum olmalıydı ya da yaşamın oluşması için en uygun ortamı sağlayacak şekilde gelişmişti (antropik ilke). Eğer çoklu evrenler modeli doğruysa, bu uyum tamamen bir rastlantı. Çünkü teoride bahsi geçen evren sayısı öyle fazla ki bunca ihtimal içinde bir değil birçok farklı evrende yaşam olabileceği gerçeği ortaya çıkıyor.

buyuk patlamaŞişme kuramı öncesinde tek ve emsalsiz olan bir evrende yaşadığımızı düşünüyorduk. Dahası kozmolojik gözlemlerimiz de evrenin neredeyse hiç değişmeyen bir davranış modeline sahip olduğunu gösteriyordu. Yani evrenin her yerinde düzenli olma yönünde bir eğilim görülmekteydi ve bu homojen dağılımın sebebini kimse açıklayamıyordu. Linde artık tek ve emsalsiz evren modelini rafa kaldırmamız gerektiğini düşünüyor. Çünkü kozmik şişme teorisi evrenin düzenli olma yönündeki eğilimini açıkladığı gibi beraberinde çoklu evrenler modelini de zorunlu kıldı. Bu nasıl mı oldu? Teoriye göre; evren oluşum aşamasında muazzam hızda bir uzay genleşmesi geçirdi. Böylece uzayın birbirinden farklı içeriğe sahip kısımları esneyerek değişime uğradı, son derece pürüzsüz bir hal aldı. Bu noktada galaksiler belirmeye başladı. Linde bundan sonrasını şöyle açıklıyor: “Evrenin bir futbol topunun siyah ve beyaz altıgenlerden oluşuyor olması gibi bir yüzeyi olduğunu farz edelim. Topu patlatmadan şişirebilecek olsaydık, her bir siyah ve beyaz altıgen müthiş derece genişler ve birbirlerinden uzaklaşmaya başlardı. Siyah altıgenlerden birinde yaşıyor olsak, genişleme arttıkça beyaz kısımların varlığından bile habersiz duruma gelirdik. Sonunda tüm evrenin siyahtan ibaret olduğunu düşünüp neden başka bir rengin oluşmadığı üzerine bilimsel açıklamalar üretmeye çalışırdık. Beyaz altıgenlerden birinde yaşayanlar da aynı şeyi düşünüyor olurlardı.

İşte şişme kuramı hem siyah hem de beyaz bölümlerin var olabileceğini ve bizim bunu gözlemleyemeyeceğimizi söylüyor.” Özetle Linde, bu altıgenlerin her birinin farklı fizik kurallarına sahip evrenler olduğunu söylüyor.

Günümüzün en güçlü teorilerinden olan sicim kuramı da uzay-zamanı 10 boyutlu (9 uzay boyutu ve zaman) olarak başarılı bir şekilde formüle ederek buna destek veriyor. Ama bizim algıladığımız 3 boyutlu uzayda diğer boyutların fark edilmesi mümkün değil. Çünkü öyle ufak boyutlarda ve öyle sıkıştırılmış gibiler ki onları algılamamız imkânsız. Fizikçiler ekstra 6 boyutun bu kadar küçük olmasının birçok nedeni olabileceğini düşünüyor. Peki, bu derece sıkışıp küçülmelerine rağmen neden patlayıp ortadan yok olmadılar? Linde; “Nedenini hiçbirimiz bilmiyoruz. 10 yıl önce bu duruma bir yaklaşım sunuldu. Ve evrenin farklı bölümlerinde 10 üzeri 500 farklı koşulun olabileceğine dair bir tablo ortaya çıktı.

Bu olasılıkların her biri farklı uzay boşluğu enerjisi ve birbirinden farkLı madde türleri içeren bölgeleri tarif ediyor” diyor. Bu bölgelerin her biri farklı evrenler olarak tanımlanıyor.

“Tabii ki evrenin diğer kısımlarını göremediğimize göre bu tablonun doğru olduğunu kanıtlayamayız” diyor Linde; “Diğer bir taraftan, bunun aksini de ispatlayanlayız çünkü bahsi geçen diğer bölgeler bizden çok uzaktalar. Dolayısıyla konu hakkında şu ana dek gerçekleştirilen en iyi yaklaşım bu teoriden geldiği için 10 üzeri 500 adet farklı evren olduğuna karşı çıkan bir teorinin bunca olasılık arasından neden sadece bir tanesinin tüm evrende geçerli olduğunu kanıtlaması gerek.”

Tabii fizikçilerin tamamının bu modele katılmadığını da belirtmek gerek. Örneğin, Princeton Üniversitesi’nden Paul Ste-inhardt, “Bu teori hiçbir şeyi açıklamıyor, sadece her şeyin mümkün olabileceğini gösteriyor. Bu yüzden kullanışlı bir model değil” diyor. Perimeter Enstitüsü fizikçisi Lee Smolin de karşı çıkanlar arasında.

Tek bir evren olduğunu ve fizik kurallarının zaman içinde gelişerek yaşam için uygun koşulları sağladığını düşünüyor. İngiliz fizikçi Paul Davies ise bu yaklaşımın bilimsel olmaktan ziyade felsefi açıklamalar ürettiğini düşünenlerden. Ama Linde’nin cevabı hazır: “Eğer tek bir evren olduğu fikrine geri döneceksek şu üç koşulun sağlanması gerek; şimdikinden daha iyi bir kozmolojik yaklaşım, elimizdekinden farklı parçacık etkileşimleri teorisi ve evrenin neden mucizevi bir şekilde yaşama uygun koşulları oluşturduğuna dair alternatif bir açıklama.”

BİLİNCİN NÖRONLARIN AKTİVİTELERİYLE İLİŞKİLİ OLUŞU

Susan Blackmore
Psikolog – Plymouth Üniversitesi Öğretim Üyesi

Bilinç henüz anlayamadığımız ve tam olarak tanımlayamadığımız bir kavram. Hem insan zihninin hem de evrenin anlaşılabilmesi adına öyle büyük rol oynadığı için farklı disiplinlerden birçok bilim insanı konu hakkında son derece önemli çalışmalar gerçekleştiriyorlar. Günümüzde teknolojik açıdan oldukça gelişmiş sistemlerle insan beynini farklı ölçeklerde ve gerçek zamanlı olarak görüntüleyebiliyoruz. Bu durum nöronların şeklini anlamamıza, duygu ve düşüncelerin beynin hangi bölümlerinde, nasıl bir mekanizmayla oluştuğunu görmemize yardımcı oldu. Bilim insanlarının umudu, bu yöntemlerle bilincin izini de sürebileceğimiz yönündeydi.

Ama yapılan araştırmalarda bilinci anlayabilmek adına kayda değer bir yol kat edemedik.

Bilincin nöronlarla ilişkili oluşu (Neural Correlates of Consciousness: NCC) ilk kez Francis Crick ve Chris-tof Koch tarafından öne sürülmüştü.

Bu yaklaşım, bilincin nöronların faaliyetlerinden başka bir şey olmadığını özetliyor. Ancak sorun şu ki: bunu ölçmek için yapılan çalışmalarda bazı nöronların faaliyetleri bilinçli düzeye işaret ederken, bazılarının faaliyetlerininse bilinci işaret etmekten uzak olduğu görüldü. Özetle, nöronların faaliyetleri arasında hiçbir fark gözlemlenemezken, bir grup nöronun beynin farklı bölgelerinde aynı anda harekete geçiyor olması gibi henüz sebebi anlaşılamayan bazı fenomenlerin bilinci işaret ettiği varsayılıyor. Bu yaklaşım günümüzde yaygın olarak kabul görüyor olsa da bilinçli deneyimin nöral süreçlerle ilişkisi olduğu varsayımı, son dönemde şüpheyle karşılanmaya başlandı.

Karşı çıkanlar arasında Sam Haris, Donald Hoffman, Arnold Trehub gibi isimler yer alıyor. Ancak içlerinden bazıları yöntemin doğru olmadığını söylerken, bazıları da geliştirilebileceğini düşünüyor.

Susan Blackmore, bilinci nöronlarla ilişkilendirme ve bazı ak-tiviteleri bilinçli olarak tanımlayıp diğerlerini es geçme yaklaşımının tamamen yanlış olduğunu düşünüyor. Çünkü en başında bilincin tanımının doğru bir şekilde yapılmamış olduğuna dikkat çekiyor. O, bilincin bir yanılsama olduğunu düşünen bilim insanlarından. “Hiçbirimiz aslında tam olarak hangi anda bilinçli düzeyde olduğumuzu bilmiyoruz” diyor Blackmore; “Sadece bir varsayımda bulunuyoruz. Örneğin kendime; şu an neyin bilincindeyim, diye sorduğumda her zaman bir yanıt üretebilirim. Penceremden gördüğüm ağaçlar, rüzgarın sesi, o an aklımdan geçen düşünceler beni bilinçli olduğum yönünde ikna etmeye devam eder. Özetle kişisel deneyimin doğasını ele alıyor, sübjektif yaklaşıyor olurum. Bu da benim her zaman bir şeylerin bilincinde olduğuma dair bir fikir üretmeme sebep olur,” Blackmore’a göre, kendi kendimize gerçekleştirdiğimiz bu sorgulama süreci beraberinde şöyle bir inanışı getiriyor; uyanık ve farkında olduğumuzda bilinçliyiz. İşte nöronlara bakarak bilincin işaretlerini aramamıza da yine aynı yanılgı sebep oluyor. Ama birinin beyninde bu duygu ve düşünce süreçlerini takip etmek bilinci bulmak anlamına gelmez. Psikolog, bu şekilde bulabileceğimiz tek şeyin düşünce, algı ve dikkatin nasıl oluştuğuna dair bir cevap olacağım söylüyor.

MANTIKLI BİREY KAVRAMI

Aiex Pentland
Bilgisayar Uzmanı – MIT Bilgisayar Bilimleri Profesörü

Ani Değişimler Mantığa Meydan Okuyor 2008 yılındaki krizde birçok mülkün bedeli mortgage değerlerine oranla büyük bir düşüş yaşadı ve insanlar kredilerini ödemekten vazgeçince bu hareket herkesi etkisi altına alıp aynı şekilde davranmaya itti. Uzmanlar bunu sosyal çevre etkisi diye yorumlayıp mantıklı davranışı kolayca terk edebildiğimizin bir örneği olarak sunuyorlar.

Aiex Pentland“Araştırmacılar insanların mantıklı davranma derecelerini tartışıyorlar ama mantıklı birey kavramıyla ilgili bir problem mevcut: İstek, tercih ve seçimlerimizin kökeni bireysel düşünceye dayanmıyor, “ diyor Alex Pentlahd. Peki, bu kavram nasıl ortaya çıktı? Aslında 1700’lerin sonlarına doğru filozoflar tarafından ortaya atılan bir iddiaydı ama insanların gururu mantıklı ve birey olma konusunda öylesine okşanmıştı ki kısa zaman içinde Batı toplumunu ele geçiren bir inanca dönüştü. Hatta ekonomi bilimi de bireylerin mantıklı olduğu varsayımı üstüne kurulan teorilerle oluşturuldu ve Homo economicus diye bir kavram üretildi. Ama günümüzde birçok bilim insanı bunun gerçeği yansıtmadığını vurguluyor. Zaten davranışsal ekonomi denilen alan da aynı nedenle var olmaya başladı. Davranışsal ekonomistler insanların çoğu zaman mantık çerçevesinde değil, duygularıyla davrandıklarını, mantıklı birey kavramının yanlış olduğunu söylüyorlar. Artık yeni bir kavram olan “sınırlı rasyonellik” fikri öne çıkmaya başladı. Bu, eğilimlerimiz nedeniyle bilişsel anlamda sınırlara sahip olduğumuz ve her zaman mantıklı düşünemediğimiz anlamına geliyor.

Pentland değişim ihtiyacını şöyle açıklıyor: “Artık insan davranışının, mantıksal düşünce ve kişisel arzulara bağlı olduğu kadar sosyal çevreyle de belirlendiğini anlamaya başladık. Ekonomistlerin kullandığı haliyle rasyonalizm terimi, bireyin ne istediğini bildiğini ve onu elde etmek için harekete geçeceğini ifade ediyor. Ancak yeni araştırmalar, sosyal çevrenin daha baskın olduğunu ve genellikle hem arzuları hem de bireysel davranışları belirleyebildiğini gösteriyor.” Stanford Üniversitesi Davranışsal Bilimler Profesörü Margaret Levi de bu kavrama karşı çıkıyor; “İnsanların ekonomi biliminde Homo economicus olarak ele alınması, beraberinde mantıklı birey kavramını dayatmıştı. Ama artık bu varsayımın gerçeklerden uzak olduğunu hepimiz biliyoruz.” Pentland’a göre; sosyal çevremiz, isteklerimizi elde etmek için harekete geçtiğimizde nasıl davranacağımızı, hatta neyi istediğimizi ve ona ne kadar değer biçtiğimizi de etkiliyor. Çünkü arzu ve seçimlerimiz, kendi biyolojik dürtülerimizle ürettiğimiz mantıktan ziyade, çoğunlukla yakın çevremizin onları ne kadar değerli bulduğuyla alakalı olarak şekilleniyor. Pentland, bunun en güzel örneğini 2008’de yaşanan ekonomik durgunlukta gördüğümüzü söylüyor: “Birçok özel mülkün bedeli, öncesinde biçilen mortgage değerlerine oranla büyük bir düşüş yaşadı. Araştırmacılar fark ettiler ki; sadece birkaç insanın kredilerini ödemeyi bırakması tüm yakın çevrelerini etkileyip onları da aynı şekilde hareket etmeye itmişti. Bir kredinin ödenmemesi bu olaylardan önce bir suç olarak görülürken kriz sonrasında müşterek harekete dönüştü.” Özetle sosyal çevrede yüreklendirilen bu davranışların, standart ekonomik teşviklerden çok daha etkili olduğu ortada.

YAPAY ZEKA

Roger Schank
Psikolog, Bilgisayar Bilimleri Uzmanı ve Yapay Zeka Teorisyeni

Dilbilimci ve filozof Noam Chomsky, MIT’de konuyla ilgili bir sempozyuma katıldığında yapay zekanın mevcut koşullar altında yaratılamayacağını açıklamıştı. Chomsky asıl problemin, beynin çalışma mekanizması ve nöronların faaliyetlerine odaklanmaktan kaynaklandığını, bu nedenle günümüze dek yapay zekanın güzel bir örneğiyle karşılaşmadığımızı belirtiyordu. Dr. Gerard Edelman ve fizikçi Roger Penrose gibi ünlü isimler de yapay zeka üretmenin imkansız olduğunu düşünen bilim insanları arasında yer alıyorlar.

yapay zekaYapay zeka araştırmaları, bilimin bazen tahminlerimizden çok daha yavaş yol aldığını göstermekten ileri gidemedi. Hatta geçtiğimiz yıllar boyunca bu alandaki beklentiler git gide azalmaya başladı. İnsan beyni hakkında daha fazla bilgi sahibi oldukça onu kopyalayabilme hayalimizden de o kadar uzaklaştık. Araştırmacılar insan beyninin mevcut bilgisayar mimarisiyle kopyalanama-yacağını anlamaya başladılar. Peki, neticede bir gün bu hayali başarma ihtimalimiz var mı? Yani bir insan gibi düşünüp hissedebilecek olan bilgisayarları üretebilecek miyiz? Yapay zeka araştırmalarına yıllarını vermiş olan Roger Schank; “Araştırmalar kendi içinde tıkandı. Çıkış noktası; yani problem çözebilme, bir insanla sohbet edebilme ve satranç oynayabilme gibi özellikler zaten yanlıştı. Bunların hepsini ayrı ayrı yapabilen bilgisayar ve yazılımlar ürettik. Ama sonunda anladık ki yapay zeka bambaşka bir şey” diyor. Schank artık yapay zeka anlayışını terk edip farklı özelliklere sahip bilgisayarlar üzerinde çalışmaya başlamanın zamanının geldiğini düşünüyor; “İnsanların kendilerine özgü kişilikleri, becerileri, istek ve ihtiyaçları var ve iletişimlerinde tüm bunları bir arada kullanıyorlar. Hiçbir bilgisayar hiçbir şey bilmediği bir aşamadan zaman içinde öğrenme metoduyla bir insanla bu derece sohbet edebileceği bir düzeye gelemez. Her zaman bunun sınırlarını zorlayabileceğimize inandık ama şu ana dek hiç kimse başaramadı. Çünkü bu gerçekten imkansız.”

Schank ve yapay zekanın bu şekilde üretilemeyeceğini iddia eden diğer bilim insanları bir noktada çok haklılar. Maalesef yapay zeka araştırmalarında, bilişsel bilim ve zihin felsefesi alanlarında yapılan tüm önermeler denendi ve olumlu sonuçlara ulaşılamadı. Bir başka görüşe göre; önümüzdeki 30 yıl içinde yapay zeka konusundaki ilhamı insan beyninden değil hayvan zekasından almaya başlayacağız. Eğer bunun bir örneğini yaratmayı başarırsak önceleri davranışları pek tahmin edilemez olan bu bilgisayarlar zamanla bizimle ilişkilerinde biraz daha bize benzemeye başlayacaklar. Ama bunlar sohbet edebilen makineler değil, tıpkı bir evcil hayvan gibi bizim tarafımızdan yönlendirilerek hareket eden robotlar olacak. Aslında bu özellikler günümüzdeki bazı robotlarda (örneğin, Mars keşif aracı Curiosity) zaten var. Dolayısıyla eğer araştırmaların yönü bu şekilde veya Schank’in önerdiği gibi tek bir alanda uzmanlaşmış robotlara doğru değişecek olursa, isminin de yapay zeka olamayacağı aşikar.

Önceki sayfa 1 2

Hem indirmesi hemde kullanımı tamamen ücretsiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu