Makaleler

Eğitim ve iş dünyamızın süregelen durumu

İki üniversite mezunuyum ve birçok eğitim kurumundan sertifikalarım bulunmaktadır. Kariyerim boyunca çalıştığım firmalar bir yana, Temmuz 2011 itibariyle 270’den fazla firmada 400’den fazla iş görüşmesi yapmış bulunduğumdan, şu ana kadar endüstrimizdeki birçok firmayı gözlemleme imkanına sahip oldum.

Öncelikle isterseniz biraz ülkemizdeki eğitim sisteminden bahsedelim. Ataerkil bir kültüre sahip olan ülkemizde kadınlara erkeklerden daha az değer verilmesinin yanında bundan çocuklar da nasibini almıştır. Bu, doğal olarak eğitim sistemimize de yansımıştır.

Esasında baktığımızda kişilik gelişimini tamamlamamış çocuklar her kültürün eğitim sisteminde az veyaçok bir otoriteye maruz bırakılmışlardır, ancak özellikle ülkemizde bu otorite ekstrem boyutlara ulaşmıştır diyebiliriz.

Kendimden örnek verirsem, ilkokulda yaptığım yaramazlıklardan dolayı sınıf öğretmenimiz Nihal Hanım ahşap sopasıyla her zaman avuç içlerimi kıpkırmızı yapmıştır. Yıllar sonra, Facebook’ta ilkokul arkadaşlarım ile buluşunca arkadaşlarım öğretmenimizi ziyaret etmek ve ona pasta götürmek istediler. Ama ben, açıkçası, o kadını ziyaret etmek istemedim. Bir çocuğa şiddet uygulamanın yanlış olduğu bilincinde olmayan eski kafalı ve dar görüşlü bir kadındı benim için Nihal Öğretmen.
Bunda elbette ebeveynlerin de katkısı bulunmaktaydı bizim zamanımızda. “Eti senin, kemiği benim” sözünü hatırlarsınız…

Ülkemizdeki eğitim sisteminin diğer bir yüzü de asker gibi yetiştirilmemizdi. Okulda her Pazartesi ve Cuma günleri yapılan törenler, söylenen marşlar, öğretmenler tarafından verilen “rahat – hazır ol” komutları bizi bir asker disiplinine getirmeyi amaçlayan ve dolaylı olarak çocukluğumuzu yaşamamıza bariyer konumunda olan eylemlerdi.

Tüm bu negatifliklere rağmen bu eğitim sistemine bir şekilde ayak uyduran arkadaşlarımız vardı ve başarılı oldular ama ben bu kesimden değildim ve ilkokuldan tutun üniversite son sınıfa kadar birçok zorluk yaşadım. Bu tarz bir eğitim şekli bana göre değildi ki Anadolu Liseleri Giriş sınavına zorla 2 ay çalışabildim ve ortalamanın biraz üstü bir liseyi kazandım. Halen keşke beni sınava 8 ay çalışmaya teşvik edecek bir eğitim sistemi olsaydı ve daha iyi bir lisede okusaydım diye düşünürüm. Aynısı üniversite sınavı için de geçerliydi, lisede o kadar derslerden alakasızdım ki, ilk yıl arkadaşlarım sınava çalışırken ben devamlı Ortaköy’de cami altında arkadaşlarla zaman geçirirdim ve derslere hiç çalışmazdım. Sonuç olarak hiçbir üniversiteyi kazanamadım. İkinci yıl da bu devam etti, Mart ayına kadar yine tek kitap sayfası açmadım, son 2,5 aylık zoraki çabamla ilk olarak dershanede matematik birincisi oldum, üniversite sınavındaysa ortalamanın biraz üzeri bir üniversite kazandım. Bu iki deneyimden dolayı pişmanlık değil, hala üzgünlük duymaktayım. Keşke bu eğitim sistemi beni çalışmaya teşvik etseydi, belki daha başarılı olabilirdim. Ama diğer arkadaşlar çalıştılar ve başardılar, yoksa sorun bende miydi?

Annemin 13 yaşıma kadar kanser olması ve vefatının beni ilkokuldan itibaren duygusal olarak negatif etkilediğini biliyorum. Ortaköy’de birlikte zaman geçirdiğim arkadaşlarımın da buna benzer hikayelerinin olduğunu biliyorum. Buna benzer hikayeleri olmasına rağmen yine de başarılı olabilmiş arkadaşlarımın bir şekilde desteklenmiş olduklarının da farkındayım, fakat onlar da dahil olmak üzere hepimiz zorluklar çektik bu eğitim sisteminde. Onlar çalışarak zorluk çekti, biz de kuralları çiğnemenin getirdiği psikolojik baskıyla zorluk çektik.

Neden kuralları çiğnedik?

Çünkü kurallar sağduyulu insanların ürünü değildi ve bizi de rahatsız etti.

Onların doğrularıyla bizim doğrularımız bir değildi çünkü.

Fakat, bu zorluklara rağmen, eğitim sisteminin kurallarının doğruluğunu sorgulamasalar bile çaba gösterip başarılı olmuş arkadaşlarımızı kutlamak lazım.
Peki, biz neden sorgulama ihtiyacı duyduk? Anadan doğma eleştirmen veya isyankar mıydık? Hayır. Ama günümüze kadar bu şekilde yaşaya yaşaya bu sıfatları ancak şimdi kazandık.

Halbuki çocukken bu kurallar bizi sadece incitiyordu ve canımızı acıtıyordu, sadece bu yüzden eğitim sistemini sorgulama, belirli bir yargıya varma ve eyleme geçme durumunda kaldık.

Çünkü, hemen hemen aynı kaderi paylaşan biz Ortaköy çocukları, duygusal olarak hassastık ve bizler bu toplumun termometresi konumundaydık.

Termometre dedik. Evet bu, duygusal insanların tipik bir sembolüdür bence. Duygusal insanlar bulundukları hangi ortam olursa olsun; okul olsun, üniversite olsun, işyeri olsun veya genel anlamda dünya olsun; buralardaki pozitif veya negatif etkileri normal insanlardan çok daha fazla duyarlı olarak ölçme ve bildirme özelliğine sahiptirler. Bizler de bulunduğumuz eğitim kurumlarında birer termometre olarak ortamlardan aldığımız soğuk hava ile ilk önce çalışma motivasyonumuzu kaybettik ve bu da okul kurallarını çiğnemeye kadar gitti. Soğuk hava başarılı arkadaşlarımız için de aynı idi, fakat onlar bizim kadar hassas olmadıklarından veya hassas olmalarına izin verilmediğinden dolayı duyarlı ölçüm yapamıyorlardı, biraz gayret eğitim sistemine adapte olmaları için yetiyordu.

İşte daha o yıllardan biz Ortaköy çocuklarının yolları eğitim sistemine adapte olan arkadaşlarımızdan ayrılmaya başlamıştı.

Aramızdan ilerleyen yıllarda bazı hayat koşullarının getirdiği zorunluluklar dolayısıyla o gruba geçen arkadaşlarımız da oldu ama nedense iki üniversite okumama rağmen ben kendimi o eğitim sistemine hiç ait hissetmedim. Yurtdışında bile okurken ülkemizde karşılaştığıma benzer yaklaşımlarla karşılaştığımda, ki bunlar daha nadirdi, bir direnç gösterdim.

Türkiye’de olsun, yurtdışında olsun öğrencilerde gözlemlediğim; sonraki yıllarda bulunmuş oldukları eğitim kurumu veya çalıştıkları firma göreceli olarak düşünce özgürlüğüne daha fazla imkan versin veya vermesin, bu öğrencilerin çocukluk yıllarında maruz kaldıkları disiplinsel ve hiyerarşik etkileri bu zamanlara yanlarında taşıdıklarıydı. İşte biz Ortaköy çocukları ise bu etkilere zamanında direnç gösterdiğimiz için sonraki yıllarda bulunduğumuz eğitim kurumu veya çalıştığımız firmalar olsun aynı çizgide devam ettik.

Bu arada burada bir açıklama yapmam gerekirse Ortaköy çocukları derken sadece kendi arkadaş çevremi kastetmiyorum anlayabildiğiniz üzere… bu eğitim sisteminin getirdiği disiplinsel ve hiyerarşik yapıya direnç gösteren tüm insanlardır Ortaköy çocukları ile kastım…

Başlığımıza dönersek, evet, “eğitim sisteminin iş dünyası” diyorum. Dikkatinizi çektiyse bulunduğumuz iş dünyasının dinamikleri tamamen eğitim sistemimizin dinamiklerinin yansıması ile şekillenmiş durumda. Çalıştığım firmalar olsun, kariyerimde 270’den fazla firmada yaptığım 400’den fazla iş görüşmesi olsun gördüğüm en önemli gerçek eğitim sisteminin empoze ettiği anlaşılmaz boyutta olan bir disiplin ve hiyerarşinin iş dünyasında da kendini tekrarladığıydı.

“Ağaç yaş iken eğilir” diye boşuna dememişler…

Öyle yöneticiler ve direktörler gördüm ki üst yönetim karşısında eriyorlar, öyle kendilerini koruyucu maskeler takıyorlar ki ve bazıları bunu öyle ustaca takıyor ki öyle herkes anlayamaz bile kolay kolay. İliklenen ceketler, yapmacık gülümsemeler, sahte samimiyet pozisyonları, kurum dışında kesinlikle kullanılmayan düzgün ve kurumsal cümleler…

Bunların hepsi bir korkunun sonucu arkadaşlar… İşten atılma veya yükselememe korkusu… Aynen öğretmeni tarafından sınıfta bırakılma veya iyi not alamama korkusu gibi…

Genç kızlar vardır insan kaynakları departmanlarında, sizle iş görüşmesinde kurumsal şablonda konuşurlar, ilk görüşte etkilenirsiniz, bu kızlar işten çıkınca kurumsal şablonda bir maske takmanın getirdiği iç baskıyı deşarj etmek için arkadaşlarıyla buluşup çılgınca eğlenirler. Ben bu bayan arkadaşları çok iyi anlıyorum, kolay birşey değil kendinden çıkma zorunluluğu, kolay değil bir kurumu temsil etmek, hata götürür bir olay değil… Ama işte kurumsal kültürlerimiz böyle kasıntı olduğu sürece bu arkadaşlar eğlence ve alkollü içecek endüstrisine baya katkıda bulunacaklar gibi gözüküyor.

Bu durum sadece insan kaynaklarında çalışan arkadaşlarımız için geçerli değil elbette. Dikkat edin mesela; bir birey alın, işsiz ne kadar harcama yapıyor, bir de işe girdikten sonra ne kadar harcama yapıyor. Belki, maaşı olduğundan harcama yapıyor diyebilirsiniz. Fakat, durum böyle değil. Yani o bireyin harcamasındaki artış dengeli değil, dramatik oluyor. Çünkü çalışan birey bu anlaşılmaz boyuttaki disiplin ve hiyerarşinin bulunduğu kurumlarda çalıştıkça ister istemez yıpranıyor ve kendinde daha da fazla harcama yapma hakkını buluyor, bu aynen depresif olan bazı kadınların kendilerini alışverişe vermesi gibi birşey.

Evet, yönetim bilimciler iyi bilirler, ana iki çeşit yönetim şekli bulunmaktadır, otoriter ve işbirlikçi. Benim iş tecrübelerim bir yana, 270’den fazla firmada yaptığım 400’den fazla iş görüşmesinden gördüğüm üzere ülkemiz endüstrisinde ağırlıklı olarak otoriter bir yönetim şekli bulunmaktadır. Karşılıklı güven, şeffaflık, düşünce özgürlüğü, takım çalışması ve sinerjiyi körükleyen işbirlikçi yönetim tarzı biraz anglo-sakson bir tarz diyebiliriz, fakat dünyadaki birçok ülke de bu tarza geçmiş durumda.

Ataerkil kültürümüz ve bu kültürden çocuklarımızın da nasibini alması; eğitim sistemimizde çocuklara verilmesi gereken değer ve düşünce özgürlüğüne, buna paralel olarak, iş dünyamızda da geçmemiz gereken işbirlikçi kurum kültürüne büyük bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır.

Birçok Ortaköy çocuğunun veya Ortaköy çocukluğunun ne olduğunu kavrayan başarılı arkadaşlarımızın yurtdışında çalışmak istemesinin sebebi de bir boyutta bu diyebiliriz. Dünya yönetimde işbirlikçiliğe geçmişken biz hala ataerkilliğin sonucu oluşmuş olan eğitim sisteminin yansıması otoriter yönetim tarzımızla debelenip duruyoruz.

Ben açıkçası daha az baskıyla yetişmiş Y jenerasyonunun da yakın gelecekte işbirlikçi yönetim tarzını tam anlamıyla uygulayabileceğini zannetmiyorum.

Endüstrimizde insan odaklı bir yönetim tarzı olan işbirlikçi yönetim tarzının oluşabilmesi için eğitim sistemimizde psikoloji, yaratıcılık teknikleri ve takım çalışması gibi konuların da entegre edilmesi gerektiği düşüncesindeyim.

Ama şu an gençlerimiz halen bir rekabet içinde yetiştiriliyorlar, rekabet kültürüyle yetişmiş bir nesil de kesinlikle işbirlikçi yönetim tarzını uygulayamaz. Rekabetçi bir insan yaratıcı da olamaz, yaratır ama bu belli bir seviyededir, yeni konseptlerle iç ve dış müşteri memnuniyeti sağlamanın temel anahtarı ise yapıcı ve pozitif düşüncedir, rekabet değildir.

Yazımın sonunda gözlemlerime dayanarak kendini bağımsız olarak eğitmiş ve geliştirmiş biz Ortaköy çocuklarının “iş bağlamında” şu anki iş dünyamızdaki üst yönetimden tutun en alt kademe çalışana kadar birçok kimseden daha çok manevi mutluluğa erişmiş olduğu tespitini yapmak istiyorum ve iş dünyasındaki beyaz yakaların mutluluğunu sadece maddiyat ve iş dışı sosyal ilişkilerine bağlıyorum. Ama onların çoğu işte mutlu ve memnun değil. Genel müdürler bile firma sahiplerine sorumlu ve otorite altındalar.

Ne de olsa eğitim sisteminin iş dünyası…

Erhan ‘Stargazer’ Sanbay / bilgiçağı

Hem indirmesi hemde kullanımı tamamen ücretsiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu