Makaleler

Siyaseti by-pass eden kapitalizm mi, teknoloji mi?

Siyaseti by-pass eden kapitalizm mi, teknoloji mi?

İstanbul’un keşmekeşinden kaçan bir arkadaşım Gönen’e bağlı bir köyde birkaç gün geçirir.

İlkbahar yağmurları, tabiatın dinginliği, akşamüstleri esen ılık rüzgârlar ilaç gibi gelir. Köylülerle sohbet ederken, “Buranın rüzgârı çok güzel, neden rüzgâr enerjisinden yararlanmayı düşünmüyorsunuz?” diye sorar. Aldığı cevap şaşırtıcıdır: “Rüzgârımız satıldı.”

Bu ifadenin geri dönüp beni çarpması için nedense bir anekdot daha dinlemem gerekti. Mimarlık öğrencisi bir genç, proje araştırması için Şişli Bomonti’ye gider. Derin çukurlar, göğe yükselen demir kazıklar, koca bir inşaat alanıdır Bomonti. Döndüğünde izlenimlerini özetleyen cümle: “Bomonti satılmış.”

HES’lerle ilgili izlediğim bir belgeselde de beni en şaşırtan ifade, bölgede yaşayan insanların hiç dahli olmaksızın kim bilir kimin kazancına binaen akarsuların kullanım hakkının elli yıllık, yüz yıllık anlaşmalarla yabancı şirketlere “satılmış” olmasıydı. Bu şaşkınlığım ekonomi okumuş birine pek yakıştırılamayabilir ve “romantik” yaftası yapıştırılabilir bu nedenle.

Belki de haklıdırlar böyle düşünmekte. Biz, bütün tabiatı animistik bir inançla canlı kabul eden ve suyun, ağacın satılık olmasını kabullenemeyen Dersi Uzala isimli Eskimo’nun başkahraman olduğu filmden çok etkilenen bir kuşaktık. Tabiatın insana emanet oluşu zaten kültürel kodlarımızda mevcuttu. Nabi Avcı’nın tercümesinden okuduğum Seyyid Hüseyin Nasr’ın “İnsan ve Tabiat” kitabını satır satır çizdiğimi hatırlıyorum. Kitabın yıpranan kırmızı kapağı hâlâ gözümün önündedir. Aydınlanmacı düşüncenin tabiata hâkim olma arzusu bugünkü tekniğe, yani atom bombasına geçit vermişti. Oysa tabiat bir emanetti. İnsan gibi tabiat da yaratılmıştı. İnsanın emrine musahhar kılınması onun sınırsızca kullanılması anlamına gelmiyordu. Göğsüm heyecandan çatlayacak gibi olurdu bu konuları konuşurken.

Rene Guenon “Niceliğin Egemenliği”ni, Martin Lings “Onbirinci Saat” ve “Çağdaş Hurafeler”i, Lord Northbourne “İlerlemeye Farklı Bir Bakış”ı yazarken aynı eleştirel tavır ve hassasiyetle Aydınlanma’dan İslam’ın Nur’una geçiş yapmışlardı. Maddi Batı medeniyeti Aydınlanma’nın tabiat üzerindeki tahakküme dayalı, dolayısıyla tahripkâr tavrının bir sonucu olarak bütün insanlığı çöküşe götürebilirdi. Bu okumalar modern bilim ve teknolojiyle ilgili eleştirilerimizin kavramsal çerçevesini çiziyordu.

Ama bir konuyu özellikle vurgulamadan geçmemeliyim. Bütün çağdaşlarım gibi bu konudaki eleştirel tavrımda Frankfurt okulunun etkisini inkâr edemem. Herbert Marcuse’ün “Tek Boyutlu İnsan”ı, Theodor Adorno ve Max Horkhimer’ın yazdıkları, bilim ve teknolojinin sunduğu modern projeye dair kötümser bir görüşü dile getiriyordu. Kısaca ifade edilecek olursa, tabiata hâkim olma isteği Aydınlanma’nın kendi kendini tahrip etmesiyle sonuçlanacaktı bu eleştirel düşünceye göre.

Peki, teknolojinin yeni bir veçhe kazandırdığı modern bilimin bu tahribe yol açması kaçınılmaz bir durum muydu? Teknolojiye böyle bir bakış onu determinist kılmıyor muydu?

Karl Marks’ın yabancılaşma teorisinden bu yana günümüzde farklılıklar gösterse de iki yaklaşım var bilim ve tabiat ilişkisi ile ilgili. Birinci görüş tabiatla ilgili bilgimizin nesnel olduğunu, onu uygulamanın öznel ve kötüye kullanıma açık olduğunu söylüyor. Bilim ve teknoloji bıçağa benzetiliyor. Zararlı otları ayıklamakta ve bir yetimin karnını doyuracak somunu dilimlemekte de kullanabilirsiniz bıçağı, bir insanı katletmekte de. Yani bilim ve teknoloji nötrdür, onun belli bir siyaset çerçevesinde kullanılmasıdır sorunlu durumlara yol açan. Alman Marksizm’inin önde gelen isimlerinden Georg Lukacs “Bilimsel bilgi tabiata uygulandığında bu ancak bilimin gelişmesini sağlar, ama topluma uygulandığında burjuvazinin ideolojik silahı haline gelebilir.” derken bu bakış açısını dile getiriyordu.

Diğer görüş ise bilimin ve teknolojinin tarihsel-toplumsal bir kategori olduğu, bizzat üretilen teknolojinin belirleyici bir özelliğe sahip olduğu şeklindedir. Tabiat toplumsal bir kategoridir, onu ele alışımızın metodolojisi olan bilim de toplumsal koşullar tarafından belirlenen bir üstyapı kurumudur. Yani Marcuse’ün savunduğu gibi yeni özgür insan için teknolojinin de özgürleştirilmesi ve yeni bilimin üretilmesi gerekir. Aslında teorik olarak her iki görüşün de zaaflarına dikkat çekilebilir.

ÇEVRECİLİĞİ DOĞRU OKUMAK

Çelişkili de olsa Aydınlanma’nın bilim ve teknolojinin ilerlemeci mantığı içinde daha iyi bir dünya kurulacağı şeklindeki ütopyasının inanılırlığını sarstı eleştirel okul. Mesela günümüzde bu ütopyayı distopyalar aracılığıyla eleştiren sanat dallarının başında geliyor sinema. Nükleer felaket ya da küresel ısınmanın yol açacağı tsunami ve buz devri gibi sonuçları konu alan Hollywood filmleri eleştiriyi sulandırsa da insanın doğaya hâkimiyetinin bir bedeli olduğunu düşündürebiliyor sıradan insana bile.

Bu kanallarla belli bir duyarlılık kazanan sivil inisiyatifler doğayı korumak, bölgelerine sahip çıkmak adına örgütleniyor. Her gün televizyon kanallarında ve gazetelerde siyanürlü altın arayışını, nükleer santralleri, kurulan HES’ler nedeniyle bozulan tabiat dengesini ve kaybedilen yaşama imkânlarını protesto eden gruplarla ilgili haberler yer alıyor. Greenpeace bu protestoları küresel çapta örgütleyen ve küresel sermaye ile dirsek temasları nedeniyle de eleştiri alan bir örgüt. Doğanın korunması bugün çevreci bir ideoloji haline gelmiş durumda.

Esasında çevreciliğin doğa–insan ilişkisine temel bir eleştiri getirmekten ziyade, dünyadaki teknoloji yükünü gelişmiş ülkeler adına dengelemeye matuf bir hareket olduğu eleştirisi yapılabilir. Mesela Avrupa ve Amerika’da yüzlerce nükleer santral olmasına ve bunların muhtemel zararları kendi ülkeleri ile sınırlı olmamasına rağmen, nükleer santrallerin sadece gelişmekte olan ülkeler üzerinden tartışılması ne kadar adildir, sorusu temel bir sorudur. Yani siyasal hegemonyaları dikkate almayan bir tartışma gerçekçi olmaz. Bu husus siyasal ve iktisadi zeminde tartışılmayı hak ediyor. Diğer taraftan insan–tabiat ilişkisi de felsefi boyutta derinlemesine tartışılmalı.

Peki, bu esnada rüzgârı satılan köylü ne yapacak? Oy verdiği siyasiler küresel iktisadi yapıdan, Türkiye’nin büyüyen ekonomisinden, enerji ihtiyacının kaçınılmaz baskısından bahsederken onlara hak vermezlik edemeyen HESzede bölgelerin insanları “küresel kapitalizmin zorunlulukları bunlar” deyip oturacak mı?

Ekonomiyi dikkate alan analizler yapmak yeni teknolojilerin kullanılmasını meşrulaştırıcı bir işlev görüyor. Küresel kapitalizmin baskısından haberdar olmak, yerel siyasetin elini kolunu bağlayan hegemonyalar nedeniyle verilen kararları “ihanet” ve “vatanı satma”nın dışında bir terminolojiyle açıklamaya yöneltiyor bizi. Küresel sermayenin baskısı bir taraftan, teknolojinin de facto uygulamaları diğer taraftan hareket ve eleştiri alanımızı daraltıyor. Ama “aynı dağın yeli” olanlar, rüzgârın satılması üzerinde daha hassasiyetle durmalı değil mi?

Küresel sermaye kaçınılmaz ise, teknoloji kullanımı kaçınılmaz ise -ki bu kaçınılmazlık izafidir ve siyasettir bu izafiliğin sınırlarını belirleyen- o zaman insanların karar verme mekanizmalarına katılımını sağlayacak araçları ve kanalları oluşturmak ve güçlendirmek gerekiyor. Rüzgâr üzerinde, su üzerinde, toprak üzerinde eğer insanın tahakkümü kaçınılmaz ise, en azından o rüzgârda teri kuruyanların, o suyla çatlak dudaklarını ıslatanların ve o toprağın bağrına bereketli tohumları ekenlerin elini güçlendirmek gerekiyor. Kararı küresel kapitalizme bırakmamak için yerel düzeyde halkı güçlendirmek en elverişli direnç alanı olarak görünüyor.

Eğri minareyi ucundan tutturarak düzeltildiğine ikna etmek değil elbette önerimiz. Tam aksine, bir taraftan felsefi eleştiriyi mümkün kılan bir düzey yakalamak, diğer taraftan siyasi eleştiri kanallarını açık tutmak.

Nazife Şişman Sosyolog-Yazar

Hem indirmesi hemde kullanımı tamamen ücretsiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu