Makaleler

Demokratik anayasa ve ideolojiler

Demokratik bir anayasanın bir ideolojiye dayanmaması veya bir ideolojiden etkilenmemesi gerektiği görüşü tümüyle yanlış. Doğru olan, sert, otoriteryen veya totaliteryen ideolojilerin demokratik bir sistemin tesis edilmesi ve dolayısıyla demokratik bir anayasanın hazırlanması işinde bir yerinin ve faydasının olamayacağı.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından 1998’den beri muntazaman düzenlenen Abant Toplantıları’nın bu yılki konusu, isabetli bir seçimle, “Yeni Dönem Yeni Anayasa”ydı. 30 Nisan-1 Mayıs 2011’de Abant’ta gerçekleştirilen toplantının “Yeni Anayasanın Felsefesi ve Temel Prensipleri” başlıklı ve bana göre en önemli parçası olan ilk oturumunda, Murat Belge, Osman Can ve ben birer sunuş yaptık. Akademik usul ve adaba uygun olarak hazırlamış olduğum bildirimde demokratik bir anayasanın bir ideolojisinin olmasının gerekip gerekmediğini ele aldım.

Türkiye’nin mevcut anayasası ve müstakbel anayasasının özellikleri hakkındaki tartışmalarda hemen hemen her kesimin sözcüleri tarafından dile getirilen ve doğruluğundan neredeyse hiç şüphe edilmeyen bir görüş var: Anayasanın ideolojisi olmamalıdır, anayasa bütün ideolojilere karşı tarafsız bir pozisyon almalıdır. Ben bu yaklaşımı paylaşmıyorum. Bu fikrin haksız ve yanlış olduğunu, entelektüel dürüstlüğe ters düştüğünü, demokratik siyasî gerçeklikle çeliştiğini ve abartılırsa ülkeyi hatalı yollara sürükleme potansiyeline sahip olduğunu düşünüyorum.

Bu yaygın fakat yanlış kanaatin -veya inancın, peşin hükmün- ortaya çıkmasında, sanırım, üç faktörün hatırı sayılır etkisi var. Birincisi, hâlihazırdaki Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın dayandığı sert, otoriteryen, anti-demokratik ideolojinin ve ona dayanan uygulamaların yarattığı vahim sonuçların yol açtığı, ideolojilerden kaçış halet-i ruhiyesi. İkincisi aralarındaki nitelik farklılıklarının göz ardı edilerek bütün ideolojilerin aynı kalıpta ve özellikte olduğunun varsayılması ve buna paralel yorumlar ve değerlendirmeler yapılması. Üçüncüsü Marx’ın ideolojilerle ilgili yorumlarının aydınlar üzerindeki doğrudan veya dolaylı izi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları -ve özellikle mağdur edilen kesimler- olarak, resmî ideolojiye şiddetli tepki göstermekte çok haklıyız. Çünkü resmî ideolojimiz uygar ve çoğulcu bir toplumun ihtiyaçlarına cevap verme niyetinden de kapasitesinden de mahrum. Bireyleri tek tipleştirme ve 19. yüzyıl kaba pozitivizminin rehberliğinde fizikî ve psikolojik zora başvurarak ideal bir toplum yaratma peşinde. Zaman içinde oluşturduğu komik ve despotik kişi kültü ve endoktrinasyon odaklı eğitim sistemi zihinleri köreltici ve Kant’ın “Aydınlanma nedir?” adlı klasik yazısında biz insanları davet ettiği “aklını kullan!” eyleminin önüne set çekici. Bu tür bir ideolojinin demokratik bir sisteme çatı teşkil edemeyeceği ve bir an evvel ya -mümkünse- ıslah edilmesi ya da terk edilmesi gerektiği açık. Ancak, bu gerçekten, bütün ideolojilerin aynı muameleye tabi tutulmasının lazım geldiği sonucuna ulaşmak mantıksız.

İdeolojilere antipatik bakış ilk olarak 1950’lerde beliren, fakat asıl 1990’larda yaygınlık kazanan bir fenomen. 1950’lerde bazı yazarlar artık büyük ideolojik ihtilafların bittiğini, bütün ideolojilerin aynı amaçlarda birleştiğini, bundan sonra yalnızca araçlarla ilgili tartışmaların anlamlı ve yararlı olacağını ileri sürmüştü. Hayat bu tezi yalanladı. İdeolojiler arası mücadele günümüze kadar devam etti ve ideolojiler olmazsa insanların, beşerî hayatın önemli pusulalarının birinden mahrum kalacağı anlaşıldı. 1990’lardan sonraki ideoloji karşıtı kampanyanın doğmasında ise sosyalizmin çöküşü etkili oldu. Bu iddialı ideolojinin pratik çöküşü, çok daha önce vuku bulmuş olan ama uluslararası ilişkilerin sıcaklığı ve yoğunluğu �soğuk savaş- içinde yeterince farkına varılamayan veya gözden saklanabilen felsefî çöküşü aşikâr hale getirdi. Bunun üzerine, sosyalist ve sosyalizmden etkilenmiş entelektüeller, sosyalizmin ideolojik çöküşü sanki bütün ideolojilerin çöküşü anlamına geliyormuş havasında popüler ve akademik söylemler üretmeye başladı. Sosyalizm elbette çökmüştür ama bu çöküş ne her ideolojinin çöktüğünü ne de ideolojilerin eninde sonunda çökmeye mahkûm olduğunu gösterir. Sosyalizmin çökmesinden mustarip olanların yapması gereken, herkesi ideolojisinden vazgeçmeye çağırmak yerine, kendi sosyalist ideolojilerini terk etmek veya, yapılabiliyorsa, yeniden inşa etmektir.

Marx’ın ideolojilere bakışı ve günümüzde zaman zaman tezahür eden ona bağlı anakronik yorumlar da ideoloji karşıtlığına temel olabilmekte. Marksizm’in neden hâlâ popüler olduğunu yeni yayımladığım bir akademik yazıda ele aldım. (“Marksizm Niçin Hâlâ Popüler”, Liberal Düşünce, c. 16, sayı 61-62, ss. 7-22) Okuyucuya bu yazıyı tavsiye edip burada sadece bir iki noktayı vurgulayarak Marksizm’e dayalı ideoloji aleyhtarlığının yanlışlığına işaret edebilirim. Marx, ideolojiyi ele alırken, esas itibarıyla, hasmı olduğu burjuva sınıfıyla savaş havası içinde yazdı. Ona göre ideoloji burjuva sınıfının egemenliğini gizlemek için kullanılan bir araçtı. Sübjektifti. Bir üst yapı kurumuydu. Buna karşın, kendi sosyalizm yaklaşımı objektif ve nesneldi. Bilimseldi, hatta bilimin kendisiydi. Bilim nasıl itiraza uğratılamaz ve redde tabi tutulamazsa Marksist sosyalizm de eleştirilemez ve reddedilemezdi. Bu tuhaf yaklaşımın adalet ve ahlakla ilgili boyutları da vardı. Marksistlere göre sosyalizm ahlâkın ve adaletin kendisiydi. Bu, Orlando Figes’in de Karanlıkta Fısıldaşanlar (çev. Nurettin Elhüseynî, İstanbul: YKY, 2011) adlı eserinde dikkatimizi çektiği bir nokta. Figes’in işaret ettiği üzere, sosyalizm, başka ideolojiler veya felsefî ekoller gibi, beşerî değerler açısından hesaba çekilemez, yargılanamaz. Zira, sosyalizmin bizatihi kendisi veya bulunduğu yer, ne olursa veya nerede durursa dursun, doğru ve haklıdır ve sosyalizm dışı görüş ve yaklaşımları değerlendirmemin ölçüsüdür. İşe bakın ki, hiddetli ve şiddetli ideoloji reddiyesine zaman ve enerji harcayan Marx’ın kendi sistemi zamanla ideoloji deyince ilk akla gelen fikir demeti olma vasfını kazandı. Bu yüzden, eğer kategorik bir ideoloji reddiyesi yapmak doğruysa, bunun en başta Marksizm’e uygulanması gerekir.

Demokratik bir anayasanın bir ideolojiye dayanmaması veya bir ideolojiden etkilenmemesi gerektiği görüşü tümüyle yanlış. Doğru olan, sert, otoriteryen veya totaliteryen ideolojilerin demokratik bir sistemin tesis edilmesi ve dolayısıyla demokratik bir anayasanın hazırlanması işinde bir yerinin ve faydasının olamayacağı. Daha açık konuşalım: Faşizme, faşizmle iç içe geçmiş bir nasyonalizme, sosyalizme veya neo-sosyalizme, dini ideolojileştiren yaklaşımlara (dinizme) dayanarak bir demokratik rejim kuramayız. Onlardan ilham alarak demokratik bir anayasa yapamayız. Ama bu ideolojilerin yetersizliği ve yıkıcılığı sosyal demokrasinin, muhafazakârlığın ve özellikle liberalizmin bu alanda hiçbir sözünün ve fonksiyonunun olmadığı, olamayacağı anlamına gelmez. (Haftaya devam edeceğim.)

Atilla Yayla

Hem indirmesi hemde kullanımı tamamen ücretsiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu