Makaleler

Adil yargılanma hakkı elinden alınan başbakan

CHP’nin tek parti döneminde, ilk defa Meclis’teki bütçe görüşmeleri sırasında parti içinde muhalif bir grup, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun Meclis’teki kabulüyle birlikte bu karara muhalif kalarak, artık CHP’den ayrı hareket eden bir grubun varlığının olduğunu göstermişti.

‘Dörtlü Takrir’ olarak adlandırılan, başını Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan’ın çektiği grup Parti Meclis Grubu’na bir önerge vermiştir. 7 Ocak 1946 günü resmen Demokrat Parti (DP) kurulur. Bu arada, CHP’de de kırılmalar baş gösteriyordu. 4 Eylül 1947 tarihinde yapılan ikinci güvenoylamasında bu sefer 45 CHP’li, hükümetin güvensiz olduğu yönünde oy kullandı. Recep Peker kabinesinden sonra Hasan Saka ve Mehmet Şemsettin Günaltay hükümetleri de kâfî gelmeyince yeni seçim tarihi belirlenmişti. Seçim sonucu açıklanınca 408 milletvekili ile temsil hakkı kazanan DP, yapılan seçimde Celal Bayar’ı cumhurbaşkanı olarak seçti.

Çok geçmeden, Türk Silahlı Kuvvetleri (ve içinden çıkan Milli Birlik Komitesi) 27 Mayıs 1960 günü; “ülkede kan dökülmeden idareyi ele aldıklarını ve amaçlarının sadece kardeş kavgasına son vermek olduğunu, partilerin içine düştükleri uzlaşmaz durumdan ülkeyi kurtarmak amacıyla idareyi ele geçirdiklerini” söyleyeceklerdi.

1924 Anayasası’nın 15. maddesi uyarınca kanun teklif etme hakkı Meclis üyelerine ve icra heyetine bırakılmıştır. Ayrıca anayasa değişikliğine ilişkin usul de 102 vd. maddelerinde sıralanmıştır. Buna göre 1924 Anayasası’nın değiştirilmesi belli bir usule bağlıdır. Bu usul 1924 Anayasası’nın 102/2 ve devamı maddelerinde şöyle dile getirilmiştir: “Tadil teklifi Meclis azayı mürettebesinin laakal bir sülüsü tarafından imza olunmak şarttır. Tadilat ancak adedi mürettebin sülüsan ekseriyeti arâsı ile kabul olunabilir.” Buradan şu anlaşılmalıdır. Anayasayı değiştirme yetkisi TBMM üyelerine verilmiştir. Bunların dışında kalanlar anayasa değişikliği yapamaz hatta teklif bile edemez. Bu açıdan bakacak olursak mevcut kanunları değiştirme yetkisini kendisinde gören Türk Silahlı Kuvvetleri ve memleket işlerini geçici olarak idare etmek için kurulan Milli Birlik Komitesi, 1924 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemde bu hakkı kendisinde görememeliydi. Çünkü 1924 Anayasası yürürlükten kaldırılmamıştır. Cebren iktidarı ele geçiren Silahlı Kuvvetler’in anayasada ve kanunlarda yaptığı değişiklikler yok hükmündedir.

Yüksek Adalet Divanı, özellikle anayasayı ihlal davasında sanık sandalyesinde oturanların baştan itibaren son savunmalarına ihtiyaç bile duymadan, son savunmaların tek bir kişi tarafından okunup ortak bir savunma alınarak, bireysel savunma yapılmasına izin verilmeden yargılamanın sonlandırılması amacını güdüyordu. Şayet bireysel bir savunma verilmesi isteniyorsa da bu metnin mahkeme heyetine verileceği belirtilmişti. Bu sebeple de Adnan Menderes 6 Ağustos 1961’de kendi el yazısıyla, 23 sayfadan oluşan savunmasını mahkeme heyetine vermiştir. Menderes 1924 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemde çıkarılan kanunların anayasaya aykırı olamayacağını belirtmişti. Nasıl olabilirdi ki? Anayasaya aykırı bir kanun çıkarılıp çıkarılmadığına ilişkin denetim yargı yoluyla yine yapılabilmekteydi. O dönemde taraflar görülmekte olan davalarda mahkeme önünde def’i yoluyla kanunların anayasaya aykırı olduğunu iddia edebilmekteydi. Oysa dönemin kararlarını ele aldığımızda yargı kararlarına etki eden anayasaya aykırı bir durum tespit edilememiştir.

Yargılama sürecinde mahkeme başkanı olan Salim Başol’un hakaretleri savunma hakkını sanıkların elinden alırcasına ağır ithamlarla doluydu. Bunlardan bazıları ise şöyledir: “(Adnan Menderes’e) Sizi susturmak için başka ne yapmalı!”, “(Zeki Eratman’a) Kafî! Susmazsanız sustururum”, “(Adnan Menderes’in avukatı Burhan Apaydın’a) Daima böyle lüzumsuz şeyler söylersiniz zaten.”, “(Adnan Menderes’e) Eğer ben kes diyince kesmesini bilmezseniz kestirmesini bilirim”, “(avukat Alaattin Nasuhioğlu’na) Lüzumsuz laflar bunlar, buyurun hadi!”, “(Samet Ağaoğlu’na) Olmaz, kısa kes, az konuş.”, “Üniversitenin temelinin altına girince insan altında kalır. (Menderes’i azarlayan Başol’un sözlerine salondan alkışlar yükseldi.)” Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinin 2. fıkrası uyarınca “Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz sayılır.” Yani suçsuzluk (masumiyet) karinesi ile kişi koruma altındadır. Ne yazık ki vicdanını hiçe sayan bir mahkeme başkanının sanıklara hakaret boyutuna ulaşan sözleri ile bu ilkeler de çiğnenmiş, demokrasiden ve hukuk devletinden ne kadar yoksun olunduğu gözler önüne sergilenmiştir.

1924 anayasası’na aykırı yargılama

Savunmalar esnasında sanıklara söylenen sözlerdeki sert üslup ve hakaret içeriği mahkeme başkanının baştan itibaren yargılamaya taraf olduğunu da gösterir. 1 sayılı kanuna dayanarak geçici 6. maddeyle kurulan Yüksek Adalet Divanı’nın 1924 Anayasası’na aykırılığından dolayı yapılan yargılama da baştan itibaren hukuka aykırıdır. Tarafsız ve bağımsız bir yargı olmadan yapılan yargılamada da bağımsızlık ve tarafsızlık ilkelerinden bahsedemeyiz. Dürüst işlem ilkesi ile yapılan yargılama tarafsız bir hâkim tarafından yapılırsa bir anlam ifade eder. En başından beri hukuka aykırı bir zemin üzerine kurulmuş bir mahkemeden nasıl adil bir yargılama yapması beklenebilir ki? Halkın ihtilali olarak başlatılan bu hareketin aslında eli silahlı kişilerin hareketi olduğu gizlenerek, yapılan hukuka aykırı müdahaleye meşruluk kazandırılmak istenmiştir.

Avukatların müvekkilleri ile görüşmesinde Dolmabahçe-Yassıada arasındaki vapur seferlerinin yetersizliği, sınırlı sayıda avukatın vapurlarda götürülmesine izin verilmesi, avukatların müvekkilleri ile görüşmelerinde konuşma özgürlüğünün göz hapsine alınarak dört subay eşliğinde konuşabilmesi, avukatın müvekkili ile olan ilişkilerinde savunmanın sınırlandırılması ile ilgili her türlü çaba 1924 Anayasası m. 59’da belirtilen “Herkes mahkeme huzurunda hukukunu müdafaa için lüzum gördüğü meşru vesaiti istimalde serbesttir.” ilkesine de aykırılık teşkil etmiştir.

Neresinden tutulursa tutulsun her yanı hukuka aykırılıklarla dolu yargılamada mahkemedeki taraflılık bir kez daha gün yüzüne çıkarılmaya mecburdur. Samet Ağaoğlu’nun “Kırşehir Kanunu’ndan” dolayı sözlü savunması alınırken bu kanunun çıkarılması sırasında Fethi Çelikbaş’ın da kanunun altında imzası olmasına rağmen sanık sandalyesinde bulunmayışı üzerine, mahkeme başkanına Fethi Çelikbaş’ın nerede olduğu sorulduğunda “Onu bana değil, sizi buraya tıkan kuvvete sorun!” diyerek yargı gücünün, silahlı kuvvetlerin eli altında şekillendirildiği gösterilmiştir. Kanunda imzası olanların yargılamada bulunmayışları, yargılamaların “Şahıs yargılaması” değil “Demokrat Parti yargılaması” olduğunu göstermektedir.

Bu hususlardan yola çıkarak; kendisine temsil hakkı verilmeyen, gayrimeşru iktidarı elinde bulunduran kişilerin kanun yapma hakları da bulunmayacağından, usulüne uygun olarak kurulmamış, yani anayasaya aykırı olarak yapılan kanunların da yürürlük kazanması mümkün olmadığından, hukuka aykırı olarak kurulmuş bir mahkemenin hükmüyle idam cezasının infazı da hukuka aykırı olacaktır. Hukuka aykırılıklarla dolu yargılamada ceza hukuku ilkeleri görmezden gelinerek yargının bağımsız ve tarafsız olmadan almış olduğu kararlara, mahkemelerce sonradan meşruluk kazandırılarak kişinin yaşam hakkını koruma altına almış olan anayasayı da hiçe sayan kararlar, gelecek nesiller için birer hukuk ayıbı olarak hatırlanacaktır. Hukuksuzluğu hukuk olarak kabul edenlerin uygulamaları yüzyıllar geçse de akıllardan silinmeyecektir.

Yrd. Doç. Dr. Seçkin Yavuzdoğan – Akdeniz Üniversitesi

Hem indirmesi hemde kullanımı tamamen ücretsiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu