Makaleler

Değişime Direnmek

Değişime Direnmek

Değişen iş koşullarına uyum sağlayarak yeni bir yapıya dönüşerek daha rekabetçi hale gelmek yolunda atılan adımlar, alman eğitimler, toplantılar, denetimler harcanan onca çaba ve emek sonucunda yine başladığımız yere döndük.

Yıllardan beri bu konuya kafa yoran şirket yöneticileri, danışmanlar, çalışanlar ortaya çok anlamlı bir sonuç çıkaramadılar. Kendisini mental olarak diğerlerinden ayıran ve ben değiştim diyebilen kaç tane şirketimiz var? Geleneksel pazar yapılarında çalışmaya alışmış, bilindik rekabet araçlarını kullanan, müşterisinden, tedarikçisinden, paydaşlarından kopuk; lokal başarılarla yetinen, uluslararası alanlara çıkmaktan korkan şirketler hâlâ iş dünyasında çok büyük bir çoğunluğu oluşturuyor. Avrupa ve ABD pazarlarında yaşanan gelişmeler şirketlerimizi biraz daha içine kapanık hale getirdi. Önceleri batılı şirketleri örnek alanlar şimdilerde “bakın onlar ne hale geldi, neden bildiklerimizden farklı uygulamalara gidelim ki” savunmasını yapıyorlar. Oysa krizler gelip geçici, şirketler ise kalıcı. Üstelik değişmeyi başarabilen şirketler krizlere karşı daha dirençli. Krizlerden kurtuluş için daha farklı ve yaratıcı yöntemleri onlar bulabiliyor. Ekonomi genel olarak kötüye giderken bile başarılı performanslar gösterebiliyorlar.

Bizim şirketlerimizi böyle davranmaya iten temel faktörlere kısaca bir göz atınca nedenler gün gibi ortaya çıkıyor. Birincisi ülkemizde yerleşik bir iş kültürü yok. İş dünyamızın kendine özgü kuralları, yöntemleri, ritüelleri maalesef yok. Olağanüstü koşullar diyebileceğimiz dönemlerde bile iş dünyasının önde gelen sivil toplum kuruluşları örneğin TÜSİAD, MUSİAD ve benzeri yapılar bir masada oturmayı başaramadılar. Üstelik aynı iş koşullarında, aynı ekonomide yaşayıp, aynı sorunlara kendi perspektiflerinden farklı çözümler üretebiliyorlar. İkincisi bizim şirketlerimiz aynı insanımız gibi bıçak kemiğe dayanmadan harekete geçmekten pek hoşlanmıyor. Bu da planlama ve öngörü eksikliğinden kaynaklanıyor. Herhangi bir konuda olan bitenin sonuçlarını görmeden harekete geçmeyi pek sevmiyoruz. Ancak işin ucu kendisine dokununca harekete geçmeyi biliyoruz. Bu da değişimle aşılabilecek bir olgu burada da değişime karşı bir direnç oluşuyor. Üçüncüsü değişim ihtiyacı ile yaratılan yeni durumun daha büyük bir değişim gerektirmesinden korkuyoruz. Başka bir ifadeyle şirketler bazı şeyleri değiştirirlerse daha büyük bir rekabet ortamında her şeyin değişmesi gereken bir noktaya gitmekten korkuyorlar. Dördüncüsü ise değişmek gerektiğini kabul etsek bile buna sınır çiziyoruz. Değişimde kırmızı çizgiler yaratıyoruz. Her şey değişebilir ama bundan ötesi olmaz şeklinde limitasyonlar yaratıyoruz. Bunlar şirket yönetimlerinin kafasında oluşan limitasyonlar ve değişim süreçlerine çok ciddi engeller yaratıyorlar. Beşincisi değişimi destekleyecek üst yapılar eksik. Siyaset kurumu ve ülke yönetimi bu yönde bir motivasyon yaratmaktan uzak bir performans sergiliyor. Hemen her gün karşılaştığımız uygulamalar, tartışmalar, yöntemler değişimi destekleyen, değişim arzusu yaratan bir etki yaratmıyor.

Sonuçta dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisinde, dünyanın en büyük ekonomilerinden birisinde iş yapan şirketlerimizden global platformlara sıçramayı başaracak ölçüde değişebilenlerin sayısı maalesef hayal kırıklığı yaratıyor…

Greenpeace Olmasaydı….

“Türkiye Gıda ve İçecek Sanayii Dernekleri Federasyonu (TGDF), sivil toplum ve kamuoyunun görüşlerini dikkate alarak 29 adet gıda amaçlı GDO için ithalat başvurusunu geri çektiğini duyurdu”. Geçtiğimiz günlerde yazılı ve görsel basının çok fazla itibar etmediği bir haber olarak sağda solda duyuldu bu spot. Greenpeace ağırlıklı olarak, basta sosyal medya olmak üzere farklı dijital iletişim araçlarını kullanarak binlerce imza toplamayı ve Bakanlığın dikkatini çekmeyi başardı. GDO gibi toplumun bilmediği, kullanımı ile ilgili olarak ne gibi sonuçların çıkabileceği konusunda bilim dünyasının bile emin olmadığı bir konuda hiçbir açıklama yapmadan doğrudan ithalat yolunu seçen şirketlerin halka bir açıklama borcu var. İthalattan neden vazgeçtiklerini açıklamaları gerekiyor. GDO zararlı değil diyorsanız yolunuzda devam etmeli ve müşterilerinizi bilgilendirmeliydiniz. Değilse zararlı olduğunu düşünüyorsanız neden ithal edip müşterilerinize yedirmeyi düşündünüz? Duyarlılık gösteren Ülker, Eti, Algida, Karaköy Güllüoğlu, ve Sana markaları GDO ithalatı ve kullanımı hakkında gereken açıklamaları yaptılar. Sıra diğerlerinde…

Spor Pazarlaması ve Londra 2012

Londra Olimpiyatları bir ülkenin, bir kentin, bir spor organizasyonunun ve Olimpiyat gibi bir olgunun nasıl pazarlanacağını anlatmak bakımından çok farklıydı. Daha önceki olimpiyat oyunlarından her bakımından daha ilerideydi. Gerek organizasyonu, gerek iletişimi gerekse de pazarlanması bakımından bundan sonra olimpiyat yapacak ülkelerin önüne yüksek bir çıta koydu. Açılıştan, kapanışa kadar her aşamasında bize İngiltere’yi, Londra’yı, sporu, olimpiyat ruhunu bir arada ve hiçbiri diğerini gölgede bırakmayacak şekilde vermeyi başardı. Daha çok konuşuldu, daha çok izlendi ve daha çok iz bıraktı. Hiçbir skandal üretmedi. Her şey planlandığı gibi aktı. Olağanüstü bir organizasyon olağan bir şekilde gerçekleştirildi. Başlı başına bir ders olarak tarihteki yerini aldı.

Hatalar

İş yapan kişi ya da kurum mutlaka hata yapar. Kusursuz çalışmak neredeyse imkânsız gibi. Özellikle iş yaşamında yapılan hatalar kendisini çok net bir şekilde gösterir. Hata iki başlıkta değerlendirilmeli. Maddi hatalar, felsefi hatalar. Maddi hatalar sonuçları itibariyle düzeltilebilen, zararları telafi edilebilen, dönülebilen dahası af edilebilen hatalardır. Felsefi hatalar ise daha vahim sonuçlar doğurur. Yerinizi, konumunuzu, imajınızı işaretleyen ve sabitleyen türden sonuçlar doğurur. Maddi hatalar organizasyonla, üretimle, iletişimle, ambalajla ilgili konularda yapılan yanlışları gösterir. Felsefi hata ise müşteriye, tedarikçiye, diğer paydaşlara, sosyal sorumluluklara yönelik konularda yapılan hatalardır. Maddi hatalar basit denetimlerle hemen belirlenebilir. Felsefi hatalar ise genellikle hata olduğu kabul edilmeyenlerdir.

Bu hatalara sahip çıkılır. Çok büyük zararlar yaşanmadıkça bu hataların giderilmesi için harekete bile geçilmez. “Fallibility Marketing” hatayı kabul edip, özür dileyip buradan bir fırsat yaratmak açısından önemli bir kavramdır. Genelde şirketler felsefeleri gereği her tür hatayı müşterinin yaptığı kabul ederler. Bu felsefi bir hatadır. Bunu değiştirip hatayı kabullenmek ve müşteriyi sadık bir müşteriye dönüştürmek için bir fırsat yaratmak isteyen firmalar “fallibility” kavramını incelemeliler…

İNFOMAG / PROF. DR. İBRAHİM KIRCOVA

Hem indirmesi hemde kullanımı tamamen ücretsiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu