Makaleler

İçimde Değirmen Taşları Dönüyor

İçimde Değirmen Taşları Dönüyor

“İçimde değirmen taşları dönüyor.” “İçimde öyle bir hararet var ki bir yumurtayı koysanız, rafadan olur.” Aktarıyorum bu sözleri sizlere ama bunların ne manaya geldiğini, nasıl bir ruh halini yansıttığını bilmiyorum. İtiraf ediyorum, bilmiyorum; bilmiyorum zira yaşamadım. Çünkü teşbihlerle anlatılmak istenen bu haller yaşamadan anlatılamaz.

“İnsanlığın derdiyle hemhal oluyor; işte bunun için mağmum, mükedder veya İslami hassasiyeti var demeyin. Kimseyi hafife almıyorum; herkesin kendine göre çektiği bir ıstırap, kaygı, endişe vardır. Ama benimki farklı. Dolayısıyla bu ruh halimi şahsıma, karakterime, aşırı duyarlılığıma verebilirsiniz. Şunu diyorum; benim bu halim şahsi kemalatıma delalet etmez. Bununla beraber ıstırapsız çok insan var etrafta. Daha önceleri dediğim gibi imkânım olsa herkesin gönlüne bir avuç ıstırap koyardım. Istırap duaların kabulünde çok önemlidir.”

Ağır ağır, düşüne düşüne ve dura dura konuşuyordu. Sadece ağzından çıkan cümleleri değil, o cümlelerin kelimelerini hatta harflerini saymak isteseniz sayardınız. Sonra birden daha gür bir sesle: “Şunu unutmayın! Kendini salan insanlardan hiçbir şey olmaz. Bu o insanlar cehenneme gider demek değildir. Hâşâ! Efendimiz kelime-i tevhidi halisen söyleyenlerin cennete gideceğini ifade buyuruyor. Ama cehenneme gitmemek farklı, cennete gitmek farklıdır.”

Siz ne düşünürsünüz bilmem ama cennete gitmek ile cehennemden kurtulmanın farklı oluşu tesbiti çok önemli. Belki şimdiye kadar hiç düşünmedik, fakat bu cümle üzerinde yapılacak fikri yoğunlaşma ile Hocaefendi’nin ne demek istediğini çıkartmak mümkün. Hedef diyelim ki turistik bir gezi vesilesi ile Bosna. İnsanı Bosna’ya ulaştıracak patikadan tutun otobanlara, demiryollarından hava yollarına kadar birçok yol ve vasıta var. İnsan bu vasıtalara sahip olduğu imkânlara veya zevkine göre biniyor ve hedefe ulaşıyor. Ulaşma zamanı binilen vasıtaya göre değişiyor. İşte cennete ulaşma da böyle bir şey. Allah-kul münasebetini asgari emirler seviyesinde tutan bir insan cehennemden kurtulabilir ve cennetin en alt tabakasına belki de en uzun zamanda varırken, aynı münasebeti azami seviyede tutan bir başkası daha kısa zamanda varır ve en üst mertebeye çıkabilir.

‘İŞTE mİRAÇ!’

Yaptığım bu basit tasnifte ikinci sınıfta yer alanlara ait bir misal verdi Hocaefendi. O ıstıraplı insanları merkeze alarak dedi ki: “Önüne çıkan engelleri birer birer bertaraf ederek gönüllerin O’nunla buluşması istikametinde mücadele eden dertli sineleri cennete koysanız; belli bir müddet sonra sıkıldık biz buradan; çıkalım biraz hizmet edelim derler.” Sonra bu yorumunu destekleyecek iki kelimelik vurucu bir söz söyledi: “İşte miraç!”

Bir arkadaş devreye girdi; bu halin Türkiye dâhil bütün dünyada yaşanan az veya çok sıkıntılardan dolayı olduğu tahmininde bulunarak “Sizinle aynı beslenme kaynaklarına sahip olan, hatta dünyevî hayatlarını bu kaynaklar üzerinde çalışmakla elde eden insanlar neden aynı ölçüde bir derde mübtela değil? Neden siyeri size benzer şekillerde yorumlamaz bu insanlar?” dedi. Sözün akışı içinde çok güzel bir duraktı bu. Çünkü verilen misaller, yapılan yorumlar, çıkarılan sonuçlar son tahlilde hep ayete, hadise ve siyere dayanıyordu.

Soru güzel, durak güzeldi ama sanırım zamanlama hatası vardı. Hissettiğim bu oldu benim. Çünkü soruyu soran arkadaşa derinden derine baktı. O bakışı “bana yalnızlığımı bir kez daha hatırlattın” der gibiydi. “Bu mevzuda zaten yüreğimden hançer yemiştim; şimdi sen yaralı yüreğime bir daha hançer salladın” diyordu sanki. Nezaketi ve nezaheti soruyu cevapsız bırakmasına müsaade etmedi ve dilinin bağını bütünüyle çözmeden soruyu geçiştirir tarzda “hayatın içinde değiller” dedi. “Dünü bugün ve bugünü yarınla birlikte göremiyorlar.” diye de ilave etti. “Siyer dünü bugün, bugünü yarınla birlikte görmek suretiyle yapılır. Değişen bir şey yok ki! Dünün Ebu Cehil’leri, Ukbe’leri, Şeybe’leri bugün isim değiştirerek karşınızda. Dünün Bedir’leri, Uhud’larını insanlık bugün farklı şekillerde yaşıyor. O zaman siyer okurken, onun felsefesini yaparken, onu bugüne taşırken bir adaptasyon mülahazanız olmalı. Yoksa bir sonuca varamazsınız.” Sonra çok daha önemli bir tesbitte bulundu: “Yaşadıkları ortamı normal görenlerin üretkenliği olmaz.”

Birer cümlelik, eskilerin sehl-i mümteni dediği tarzda çok kolay söylenen sözler bunlar ama muhtevaları oldukça derin. Dinî, tarihî, psikolojik ve sosyolojik açıdan derin tahliller yapılabilecek tesbitler. Belki de içinde bulunduğumuz durağanlığın, vurdumduymazlığın sebepleri bunlar. Olaylar karşısında pes etmişliğin, iradenin hakkını veremeyişin, özne değil nesne oluşun göstergeleri. Hâlbuki Allah, insanoğlunu nesne değil özne olarak göndermiş. Olayların akışını kontrol etsin, tarihe yön versin demiş. Onun için halife unvanını vermiş.

Devam etti Hocaefendi: “Mazi ile irtibatı sıkı tutarak geleceği inşa etme şarttır. Yahya Kemal’in “kökü mazide olan atiyiz” benzetmesi ile anlattığı şey bu. Kökten ve kökenlerinden kopanlar hale de, istikbale de yenik düşerler.” Doğru değil mi? Yusuf Kaplan geçen hafta yayınlanan enfes yazısında “gelecek öngörülmez; inşa edilir” diyerek aynı noktaya parmak basmıştı.

Konuşmak sıkıntı veriyordu kendisine. Nefes alma miktarı bile olsa verilen her arada kendisine “içimde değirmen taşları dönüyor” dedirten düşünce dünyasına dalıyordu. Ama fıtrat-ı saniye olmuş nezaketi, şahsiyetiyle bütünleşmiş karakteri salonda var olan üç-beş misafiri terk etmeye müsaade etmiyordu. Bir müddet daha oturdu ve şu cümlelerle sözlerini mühürleyip kalktı: “Dikenler içinde yaşayıp rüşeyme durmuş ve başağa doğru yürüyen nice güzel insanlar vardır. Allah’a dua edelim; iyilerin önünü açsın.” Âmin.

Ahmet Kurucan

Hem indirmesi hemde kullanımı tamamen ücretsiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu