Makaleler

Salgın Sonrası Yeni Dünya Düzeni Nasıl Olacak?

Kapitalizmin beklenen sonunun geldiği yorumları yapılıyor

KORONAVİRÜS artık sadcce biyolojik bir ölüm kalım meselesi değil. Sosyal, siyasal ve ekonomik modeller için de geleceğe kalıp kalmayacaklarına ilişkin bir var oluş sorunu. Kapitalizmin beklenen sonunun geldiği yorumları yapılıyor. Dünya liderleri dünyanın bir daha eskisi gibi olmayacağına dair açıklamalar yapıyor. Peki, nasıl olacak? Bu konuda iyimser görüşler olduğu kadar distopik görüşler de var.

Kimilerine göre dünya düzeni eşitsizliklerin ortadan kalktığı daha iyi bir toplumsal düzene doğru evrilecek. Kimilerine göre ise otoriter popülizm yaygınlaşarak güçlenecek. Dünya insanı birbirine daha sıkı kenetlenecek ya da tam tersine Thomas Hobbes’un ‘insan insanın kurdudur’ inancı güçlenecek. Belki bireyin ötekine karşı duyduğu tehdit algısıyla daha da yalmzlaştığı, şimdi evlerimizde tecrübe ettiğimiz gibi, Weber’in demir kafesinin dijital bireysel kafeslere dönüştüğü bir dünyanın içine düşeceğiz. Belki de serbest piyasa ekonomisi kâr maksimizasyonun yanında, kitlesel refahı da önemseyen bir yapı kazanmaya zorlanacak. Bugün bazılarımız evde kalma, evden çalışma imkanına sahipken, bazılarımız işi gereği eve kapanma özgürlüğünden faydalanamıyor. Virüs zengin fakir tanımıyor, bütün dünyaya eşit yaklaşıyor. Ama maalesef mevcut şartlarda herkes eşit olsa da bazıları daha eşit olmaya devam ediyor. Kim bilir belki de sistem tam da bu noktadan kırılacak. Ve yeni dünya düzeni ile mavi küremiz çok daha yaşanır bir yer haline dönüşecek. Umalım ki iyimser öngörüler galip gelsin.

NEOLİBERAL KÜRESELLEŞMENİN GELECEĞİ

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Biray Kolluoğlu, “Ev dışı dünya ile fiziksel iletişimimizi kısıtladığımız bu olağanüstü zamanlar bittiğinde elbette normal düzene döneceğiz ama geri döndüğümüz dünya arkada bıraktığımız dünyadan farklı olacak” diyerek, yaşanacak değişimin öncelikle makro sosyoekonomik boyutu olacağına vurgu yapıyor. 2008 krizi sonrasında dünya ekonomisinde sınırların güçlendiği, küreselleşmenin altyapısının söküldüğü bir döneme girmiş olduğumuzu hatırlatan Kolluoğlu’na göre, koronavirüs salgını olmasaydı belki küresel neoliberalizmin bir takım düzenlemelerle yeniden inşa edilebileceği düşünülebilirdi. Ama koronavirüsün başlattığı ekonomik kriz sonrası, neoliberal küreselleşmenin yeniden tesis edilmesinin mümkün olmayacağını ve yeni bir makro sosyoeko-nomik düzenin inşa edilmesi gerektiğini idrak etmiş olacağız.

Peki bu yeni dünya düzeni neye benzeyecek?

“Covid-19 salgını, henüz dünyanın yoğun nüfuslu ve fakir büyük metropollerinde yaygınlaşmadığı halde, gelir dağılımı eşitsizliği, sağlık sektörünün özelleşmesi ye güvencesiz işler gibi neoliberal ekonominin en belirgin özelliklerinin yaratabileceği mağduriyet eşitsizliği sorunları, sağlıktan eğitime farklı toplumsal alanlarda tüm çıplaklığıyla karşımıza çıktı.

Bu virüs çok yakın zamanda Afrika, Asya ve Güney Amerika’nın büyük şehirlerinde yayılmaya başlayınca bu sorunlar iyice görünür hale gelecek” diyen Kolluoğlu, buradan gidilecek iki yol bulunduğunu ve hangi yola sapılacağının siyasi bir mesele olduğunu belirtiyor.

OLASI İKİ SENARYO

Kolluoğlu’na göre, birinci senaryoda Covid-19 sonrası düzende daha kapsayıcı kamusal sağlık politikaları, vatandaşlık temel geliri ve iş güvcncesi gibi konuların toplumsal barış açısından önemi yeniden hatırlanacak ve bu yönde yeni kapsayıcı kurumsal yapılar oluşturulacak. Bunun iyimser bir senaryo olduğunu belirten Kolluoğlu şunları aktarıyor:

“İkinci senaryoda hâlihazırda küresel ölçekteki otoriter popülizmin daha da güçlenebileceği bir dünyaya doğru gidebiliriz. Olağanüstü güçlerin sorgusuz sualsiz yönetenlerin ellerinde toplandığı bir dünya. Ama bu tür rejimlerin sürdürebilirliği sınırlı. Şahsen ben kapımızın önünde bekleyen ekolojik krizin zorlamasıyla, Covid-19’un tetiklediği sosyal ve ekonomik krizin daha sürdürülebilir bir düzen kurma çabalarım güçlendireceğini ümit ediyorum. Bu makro dönüşümlerin yanı sıra Covid-19’un yarattığı dünya gündelik hayatlarımızda pek çok değişime sebep olacak. Örneğin, hem eğitimin hem de bilgi tabanlı işlerin eve taşınması için kurulan altyapının, salgın sonrası dünyada buharlaşmayacağım ve bu dönemde ortaya çıkan yaratıcı yeni formların eğitim ve çalışma hayatında önemli değişiklere yol açacağını öngörebiliriz. Böylelikle sanayi devrimi ile ortaya çıkan ev ve iş ayrımının keskinliğini iyice yitirdiğini göreceğiz.”

“PEK ÇOK ŞEY YENİDEN TANIMLANACAK”

Antropolog, yazar Dr. İlker Balkan’a göre, içinden geçmekte olduğumuz dönem, yıllar sonra baktığımızda efsanevi günler’ yaşadığımızı düşüneceğimiz bir zaman zarfı olacak. İnsanlık için geçmişinden beri atlata geldiği travmalardan biri ve insanlığın bilinçli tercihleri, alışkanlıkları ve beklentileri hususunda kökten dönüşümleri de beraberinde getirecek gibi görünüyor. Bahsettiğimiz travma acı çekme ve acı çekerek ölme korkusuyla başlayıp, başkalarının bu acıyı çekmesine ve hatta ölmesine sebep olma korkusuna evriliyor. Bunun yanında bizde henüz tedricen değil tedbiren de olsa sokağa çıkamamak, gönüllü ya da zorunlu olarak karantina uygulamaları ve kendimizi eve hapsetmek, en temel insan haklarımızın da ihlali anlamına geliyor. Bunun aksine bu günlerde sokağa çıkmak, çalışmak ve hatta hasta kişilerle ilgilenmek zorunda olanlar da bu zorunda olma durumunu kişisel özgürlüklerinin bir ihlâli olarak görüyorlar.

“İnsan olarak, varoluşumuzun temel kavgalarını vererek edindiğimiz özgürlük, serbest seyahat, serbest tüketim gibi haklarımız her ne kadar bireysel olarak bizim lehimize de olsa bir süreliğine- askıya alınıyor ama buna karşı sorumluluklarımızın azalmadan devam ettiğini görüyoruz” diyen Balkan, geçtiğimiz yüzyılın sonuna kadar gelen bireysel fedakârlık anlayışının, her konuda bireysel faydayı maksimize eden bir anlayışa dönüşeceğini ve insanların artık böyle zorlamaları kendileri lehine ya da aleyhine olup olmadığına bakmadan reddetme eğilimi göstereceğini öngörüyor.

“Kayıplar ne kadar büyük olsa da acısı bireysel belleklerden bir süre sonra silinecektir. Ancak küresel toplumun her kesimini ayrı etkileyen bu travma ve bunun sonuncunda ortaya çıkan, sistemlerin işlevsiz kaldığı bu yeni dünya, dönüşümü ister bilinçli isterse de bilinçaltı olarak zorunlu kılacaktır. Öncelikli olarak, bu sürecin sonunda, insanlığın temel ihtiyaç maddelerinin yeniden tanımlanmasına ve bu ihtiyaçların sürekli olarak dışarıdan satın alınabilir metalar olmaktan çıkıp bir vatandaşlık hakkına bağlanmasına doğru bir arayış kaçınılmaz gibi duruyor” diyen Balkan, insanların geçmişten beri tükettikleri temel gıda maddeleri çok değişmese de tükettikleri formlar ve bunları yapış yöntemlerinde ciddi değişimler olduğuna vurgu yapıyor.

“DEVLETİN NİTELİĞİ SORGULANACAK”

Hemen kimsenin evinde kümes hayvanı beslemediği, yufka ya da hamur açmadığı ya da bahçesinde sebze yetiştirmediği bir dünyada, tahıl, un gibi maddelerin yerini işlenmiş ürünlerin aldığı muhakkak. Öte yandan gıda dışında da bireysel hijyenden başlayan bir dizi temizlik ürünleri silsilesi de hayatımızın olmazsa olmazları arasına girdi. Bu liste daha uzatılabilir ve listenin yeni başlığı olarak da temel hizmet tüketimleri de artık olmazsa olmazlar arasında.

Kriz zamanlarında yokluğundan mustarip olduğumuz nitelikli ve her türlü yoğun kullanım talebine cevap veren sesli iletişim ve data aktarım kaynaklarının, en az musluklardan su akması, temel enerjinin tedarik edilmesi ve her nevi atığın hızla uzaklaştırılıp bertaraf edilmesi kadar önemli olduğunu idrak ettiğimizi ifade eden Balkan’a göre, iletişim gereksinimi her zamankinden önemli bir ihtiyaç haline geldi ve bu kadar çok paydaşı bulunan toplumları örgütleyebilmenin de artık yegâne yolu etkin iletişim olanaklarım geliştirmek. Fakat bunların hiçbiri bu nispette büyük bir kriz zamanında üzerinde konuşulan konular olmasa da bu salgının müsebbibi olan yoğun nüfusun bu salgından sağ çıkmasının da garantörü.

Diğer yandan insanların yaşadıkları bu duygusal travma ile evlerine kapanmaları, tüketim alışkanlıklarında, gelirlerinde ve yaşam kalitelerinde yıkıcı bir etki yaptı. Şimdiye kadar modern devletin sorgulanmayan bir özelliği de bu nedenle ortaya çıktı. Lokal krizlerde, kaynakların bir kısmını kriz alanına yönelterek kısmi çözümler öneren ve ‘piyasa koşullan’ içinde bu krizleri çözmenin bir yolunu bulan devletler, modern çağda belki de ilk defa tam anlamıyla herkesi etkileyen bir krizin içindeler.

‘KİTLESEL REFAH’ KAVRAMI

Devletin, onu meydana getiren ve kendisine vatandaşlık bağı ile bağlı insanların sadece temel hak ve özgürlüklerini temin edip, bireylere koruma sağlayan bir aygıt olmaktan çıkması yönünde bir talep ailesi görmeye başladık ve bu talep ailesi giderek şiddetlenecek. Devlet ve devletin olanaklarını kuralları belirlemek için kullanan erk sahipleri, vatandaştan aldıkları vergilerin karşılığında vatandaşa sundukları hizmetleri de artık yeniden gözden geçirmek zorunda kalacak, örneğin, toplanan vergilerle yapılan yollardan yararlanmak ücretsiz iken, en temel ihtiyaç olan sağlık için hastane ve tıbbi yardımdan yararlanmanın neden ücretli olduğu, ülkemiz dahil hemen her ülkede sorgulanacak.

Benzeri şekilde herkesin internet bağlantısına sahip olması, hukuk sistemlerinden ücretsiz yararlanabilmesi, kamuya ait alanlarda özel teşebbüsler eliyle gerçekleştirilen kullanım kısıtlamalarının kalkmasına kadar bir dizi yeni talep, temel gereksinim olarak oraya atılacak. Bunların yanında serbest piyasa ekonomisi anlayışının da bu nedenle devletin düzenleyici rolünü giderek daha çok benimseyeceğini, kâr maksimizasyonun yanında, kitlesel refahı da önemseyen bir yapı kazanmaya zorlanacağını düşünen Balkan sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Bu travma geçtikten sonra, küresel ısmma, hava ve su kirliliği gibi konularda da toplumda bir korku baş göstereceğini ve bu alanlarda ilerleme sağlanması için devlet ve siyasi erk üzerinde günden güne artan bir baskı oluşacağını bekleyebiliriz. Bu nedenle yeni bir toplumsal düzene de talep ve gereksinim doğacaktır. Şimdiye kadar muhtelif nedenlerle birbirlerine karşı kışkırtılmış ve ayrıklaştırılmış olan insan topluluklarının, uzun vadede ayakta kalabilmek için birbirlerine muhtaç olduklarını da daha iyi idrak edccekleri ve küresel siyasetin bir küresel toplum olarak hareket etme ihtiyacına çözüm önerileri getireceğini umut ediyorum.”

“RİSK HER YERDE İLERLİYOR”

İstinye Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Dr. Ömer Ersin Kahraman, dünyada koronavirüs sonrası için kamuoyunda birçok açıdan ümit hali olduğunu gözlemlediğini ifade ediyor. Kahraman’a göre, virüsün herkesi, sınıf, milliyet, ırk, coğrafya ayırmaksızın aynı şekilde etkileme ihtimali, kendi sağlığımızı korumanın yolunun komşumuzun sağlığından geçtiği, bu nedenle de özellikle sağlık konusunun bireysel alanla sınırlandırılamayacağı ve bir halk sorunu olduğu bilincinin gelişmesiyle, eşitliğin artacağına yönelik bir umut var.

Ancak, bu eşitlik algısı ve beklentisi gerçekliği ne kadar yansıtıyor? Gerçekten de virüs toplumun bütün kesimlerini aynı şekilde mi etkiliyor? “Durum bu kadar basit değil. Ülkelerin virüse karşı aldıkları önlemler, izledikleri stratejiler, benimsedikleri öncelikler ve ellerinizden gelen müdahale araçları açısından dünya çapında farklılıklar olmakla birlikte, toplumların bütün kesimlerinin kendini virüsten aynı şekilde koruma imkanı, yaşadığımız ekonomik paradigmada mümkün görünmüyor” diyen Kahraman’a göre, her ne kadar üst ve orta sınıf mensupları evden çalışma imkanı bulmuş ve sosyal izolasyon ile hem kendilerini hem de başkalarını korumak için adım atabilmiş olsalar da, toplumun büyük bir kesiminin bu imkandan mahrum görünüyor.

“ALIŞIK OLUNMAYAN BİR DURUM”

işin bir diğer yönü ise, topyekûn sosyal izolasyon gibi herkesin sağlığını korumaya ve salgının önünü kesmeye yönelik politikaların hayata geçirilmesinde. Neden herkes evlerine gönderilip bir veya iki ay gibi bir sürede salgmın atlatılmasını sağlayacak adımlar atılamıyor? Bu konuda temel sorumlunun piyasa ekonomisi sistemi olduğuna işaret eden Kahraman, “Batı kapitalizmi, kurulduğu ilk zamanlardan beri risk alma ve bu riski zamana ve mekana yayma yoluyla gelişti. Fransız iktisat tarihçisi Philippe Norel’in kapitalizmin ilk deneme aşaması olarak gördüğü kolonileşme sürecinde, yeni kıtayla ticaret yapmak tek başına yatırımlara girişen tüccarlar için çok büyük riskler taşıyordu. Bu nedenle en başından sistem, girişimleri destekle}recek ve riski dağıtacak mekanizmalarla kurgulandı. Bu mekanizmaların merkezinde bugün iyice sisteme hakim olmuş olan finans ve sigortacılık vardı. Finans, geleceğe yönelik yatırımları büyüme umuduyla faiz sistemi yoluyla finanse ederken, sigortacılık ve müşterek girişimler riski dağıtarak kontrol etmeyi sağladı. Bu iki aracın önemi, bizim gibi teknoloji ithali ile dünya pazarına entegre olmaya ve pazar sistemini kurmaya çalışan ülkelerde gözden kaçabiliyor” diyor.

Kapitalizmin ve onun şimdiki aşaması olan serbest piyasa sisteminin temelinde güven ve risk dağıtma ilkeleri olduğuna da işaret eden Kahraman şunları aktarıyor: “Güven, daha düşük faiz oranlarıyla geleceğe yatırım yapma imkanını; sigortacılık ise, yatırımın doğasından gelen, gelecekte herkesin karşılaşabileceği riskleri dağıtmayı ve böylece yatırımları korumayı sağlıyor. Ancak önümüzdeki sorun, kapitalizmin tarihte yalnız birkaç kez karşılaştığı ve alışık olmadığı bir risk içeriyor. Risk, yalnız bir bölge ya da sektörde değil, her yerde ve aynı hızda ilerliyor. Kapitalizmin risk dağıtma aracı olan sigortacılık, bu noktada işe yaramıyor.”

UÇ FARKLI KRİZ YÖNETİMİ

îstinye Üniversitesi Sosyoloji Bölümii’ndcn Dr.Selen Yanmaz’a göre, finansa dayalı ve sürekli gelecek ipoteği ile gelişmiş bir sistem içindeki Batı ülkeleri, özellikle ABD, İngiltere ve Hollanda (dünya pazarının tarih içindeki kurucu üç temsilcisi) gerekli adımları atmaktan gerimi duruyor. Bu ülkelerde topyekun sosyal izolasyon ile salgının önünü kesmeye yönelik politikaların hayata geçirilmesinde bir isteksizlik hali var. Çünkü her ne kadar kaynaklar açısından bu yükü kaldırabilecek olsalar da üretime ve büyümeye ara vermek, sistemin güven kriterini içinden çıkılmaz şekilde etkileyebilir, faizleri ve enflasyonu kontrolden çıkararak yatırımların gelmesini durdurabilir.

Fransa ve Almanya’nın, ancak virüsün kritik seviyeyi geçmesinden sonra gerekli adımları attığına vurgu yapan Yanmaz, “Bunda bu iki ülkenin devlet geleneğinin farklılığının önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Almanya, sosyal demokrasinin tarihi bir kalesi; Fransa’nın ise güçlü bir sosyalist geleneği var. Güney Kore’nin asla tam olarak bir lais-sez-faire (bırakınız yapsınlar) ülkesi olmadığını ve ekonomik modelinin karma olduğunu da hatırlatmak gerekir. Virüsle mücadelede en başarılı ülke olan Çin, her ne kadar bugün dünya pazarının en önemli üreticisiyse de bireyciliğin gelişmediği, kolektif motiflerle yönetilen ve temel politikaları bu eksende belirlenen bir ülke. Bu da halk sağlığına yönelik tedbirlere öncelik verilmesini sağladı” diyor.

İNSAN İNSANIN KURDUDUR

Kendi varlığını korumanın ötekinin de refahından geçtiğinin anlaşılmasıyla, bireylerin hak, üretim, paylaşım ve tüketim hakkındaki fikirlerinin etkileneceğini, var olan eşitsizliklere karşı sistem eleştirisi içeren hareketlenmeler doğurabileceğini ve toplumsal dönüşüm yaşanabileceğini vurgulayan Yanmaz’a göre, yine de bu negatiflik, kendiliğinden diyalektik bir sıçramayla karşıtına geçmek zorunda değil.

Toplumsal yapının Batı ülkelerinde kurucu unsuru olan eşitsizlikler, bu kriz sonucunda daha da derinleşebilir. Bu kriz döneminde üretim ve tüketimin devamı için başvurulan ve şimdilik geçici olarak görülen çareler ve mümkün olan en üst düzeyde ilerleyen dijitalleşme, kârlılık oranlarına göre kriz dönemi sonrasında kalıcı pratiklere dönüşebilirler. Bu durum, bireylerin teknolojiye adapte olabilme yetilerindeki farklılıklar da dahil, var olan eşitsizliklerin altını çizebilir. Ancak Batı’daki güçlü birey anlayışının yıkılarak beklenilen dayanışma bilincinin bir virüs salgınıyla gelişmesi zorunlu bir sonuç da değil.

Benzer bir risk durumunu Batı, iki dünya savaşı arası dönemdeki Büyük Buhran’da yaşadı ve sonuç, öteki korkusunun ırkçılığa varacak şekilde derinleşmesi oldu. İkinci Dünya Savaşı, insanların birlik hissini perçinlemedi. Soğuk Savaş döneminde tam bir kutuplaşma ve Batı ülkelerinde tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir bireycilik anlayışı gelişti. Yanmaz, bu krizin beklenilenin tam tersi bir etkiyle, Thomas Hobbes’tan sri gelen ‘insan insanın kurdudur’ inancının güçlenmesine de neden olabileceği uyarısında bulunuyor.

“GELECEĞİ SEÇİMLERİMİZ BELİRLEYECEK”

Yanmaz sözlerini şöyle tamamlıyor: “Bu durumda ‘öteki’nin artık yalnız ekonomik değil, aynı zamanda biyolojik de bir tehdit olarak algılandığı bir dünyaya doğru gidiyor olabiliriz. Yabancı korkusunun ve düşmanlığının genişleyerek ilerlemesi ve perçinlenmesi beklenilebilir. Öte yandan korkunun getireceği yalıtım, toplumun iç dinamiklerinde köklü değişimler getirebilir. Bireyin ötekine karşı duyduğu tehdit algısıyla daha da yalnızlaştığı, şimdi evlerimizde tecrübe ettiğimiz gibi Weber’in demir kafesinin dijital bireysel kafeslere dönüştüğü ve Giorgio Agamben’in son makalesinde altını çizdiği gibi, olağanüstü durumun araçlarının yeni kontrol mekanizmaları olarak hayatımıza girdiği bir dünyaya doğru gidişimizi hızlandırabilir. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki tarih, tek yönlü işleyen deterministik bir süreç olmadığı için yalnız olasılıklardan, yani risklerden bahsedebiliriz ve geleceği bugünden yapacağımız seçimlerimiz belirleyecektir.”

Prof. Dr. Uğur GÜNDÜZ / İletişim Bilimci, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi
“Uyum sağlayamayan liderler elenecek”

Bütün mecralarda artık hiçbir şeyin bu küresel salgın sonrasında eskisi gibi olmayacağı yargısı üzerinde uzlaşan geleneksel medya ve sosyal medya araçları, evlerinde gönüllü karantinaya hapsolma imkânına sahip kitlelere bu acımasız gerçeği haykırmakta. Gelişmeler göstermekte ki her şeye rağmen çalışmak zorunda olan ve salgın sürerken ister istemez çalışma hayatına katılmak zorunda kalan kesimin geleceği konusunda çok da iyimser yorumlar yapmak mümkün değil.

2020’de dijital kültür, yeni teknolojiler ve getirdiklerinin tartışmaları yaşanırken, küresel koronavirüs salgını insanlığı bu konuda oldukça hazırlıksız yakaladı. Peki, bu salgın geçtikten sonra ne olacak? Değişeceği öngörülen gündelik hayata dair, dünyanın genel düzenine dair pek çok kültürel, toplumsal, ekonomik, siyasal olgu ve kavramla karşı karşıyayız. Zaten var olan d[jitalleşmenin ve dijital kültürün yoğun biyolojik tehdit karşısında sığınılacak tek liman olması ilk akla gelen cevap. Siyasetin de bu küresel krizden önemli ölçüde etkileneceği, değişen yeni dünyaya uyum gösteremeyen ve krizleri iyi yönetemeyen siyasetçilerin elenerek sahneyi diğer adaylara devredeceği de akla gelen bir seçenek.

Çalışma hayatının ve kamu-özel sektör çalışanlarının da bu kriz sonrasında işsizlik gerçeğiyle yüzleşmesi muhtemel. Dünya ekonomilerinde küçülme ve durgunluğun ülkemiz ekonomisini de sarsacağı, zaten var olan işsizliğin boyutunu da önemli ölçüde arttıracağı tüm gerçekliğiyle karşımızda durmakta. Eğitim öğretim hayatının dijitalleşmesi, uzaktan eğitimin yaygınlaşması, bilişim, sağlık ve ilaç sektörü gibi sektörlerin yükselişe geçmesi de öngörülebilir duruyor. Bazı uzmanların dediği gibi dünyayı artık doktorlar yönetecek öngörüsüne çok katılmak istemesem de, insan sağlığının hayatın değişmez bir gerçeği olduğu ve mutluluğun sağlıktan geçtiği mottosunun da artık insanların gündemini daha fazla meşgul edeceğini düşünmekteyim.

Prof. Dr. Ebulfez SÜLEYMANLI / Üsküdar Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı
“Robot çağı hızla başlayabilir”

Bu zorunlu sosyal izolasyon süreci, zaman içerisinde yerini tercih edilen izolasyon ve dayanışma biçimlerine bırakabilir. Bu sürecin ortaya çıkarmış olduğu yeni gelişmeleri tanımlamak için ilerleyen dönemde ‘koronavirüsten önce’ ve ‘koranavirüsten sonra’ gibi yeni tanımlamaların kullanılmasına da tanık olabiliriz. Özellikle çok sayıda işyerinin web konferansı, anında mesajlaşma veya e-posta gibi örgütsel çalışma teknolojilerini kullanmasıyla birlikte sosyal anlamda sanal çalışma biçiminin benimseyeceğini öngörebiliriz. Bu bağlamda, gittikçe artan sayıda işveren ve işgören, tele çalışma alternatifini bir çalışma biçimi olarak tercih edecektir.

Dolayısıyla dünya genelinde yalnızlık duygusunun daha da artması ihtimali var. Seçilmiş yalnızlık da daha büyük ölçekte yaşanmaya başlayabilir. Daha önemlisi, zorunlu izolasyon halinde ortaya çıkan birbirinden ve dünyadan haberdar olma hissi, küçük gruplar ve yerellik bağlamında öngörebileceğimiz, bireysellikle kolektifliğin iç içe geçtiği toplumsal biçimlerin de gelişmesine neden olabilir. Uzmanlar artan korumacı önlemlerin bazı çok uluslu Batılı şirketlerin fabrikalarını kendi ülkelerine kaydırmaya itebileceğini dile getirmekte. Bu durumun fabrikalarda düşük ücretli mavi yakalı çalışanlara olan ihtiyacı azaltmak için akıllı robotların kullanımı daha önce tahmin edilenden daha hızlı yaygınlaştırabilir. Robot çağı hızla başlayabilir.

Prof. Dr. M. Kubilay AKMAN / Sosyolog, Uşak Üniversitesi
“Sosyoterapiye ihtiyaç olacak”

Yaşanan ortak probleme karşı herhangi bir dil, din, ideoloji ayrımı gözetmeden ortak, dayanışma içinde mücadele etmek zorundayız. Bilimin, teknolojinin, toplumların faydasına olan tüm araştırma, inceleme ve buluşların evrensel olarak insanlığın hizmetinde olacağı, insan haysiyetinin kurucu konsept ve değer olduğu yeni bir toplumu tasavvur edebilmeliyiz. Her şeyden önce insan sağlığının kapitalizmin ve kârın konusu olmayacağı, herkes için eşit ve adil sağlık imkânlarının sağlanacağı bir konsensüse ulaşmak gerekiyor.

Görüldüğü gibi yaşanan bir küresel sağlık felaketi her yere sıçrayabiliyor, herkesi mağdur edebiliyor. İnsanlık büyük bir sınavdan geçiyor. Sadece sağlık bilimleri açısından değil, özellikle kriz sonrasında sosyoloji ve siyaset bilimi açısından da problemin etraflıca analiz edilmesi gerekmekte. Bugün evlerinde yalnızlaşan, tekilleşen insanların yarın hem sosyalleşmeye hem de terapiye ihtiyacı olacak. Bu açıdan sosyoterapi iyi ve etkili bir araç olabilir.

Sosyoterapi, sosyalleşmenin terapötik gücüyle bu travmayı atlatan bireylerin tekrardan normalleşmesi sürecinde faydalı olabilir. Bir diğer nokta ise evden çalışma, uzaktan eğitim ya da iş gibi uygulamalar kendi avantaj ve dezavantajlarıyla hayatlarımıza girdi. Sağlıkla ilgili sosyal mesafe uygulamaları sonlandığında keskin bir dönüş ile eski çalışma, eğitim ve sosyallik ortamlarımıza aniden geri dönmeyi beklememek gerekir. Bu konu zaman alacaktır. Belki de her iki tarzın avantajlarını sentezleyen yeni bir model öngörmek gerekebilir.

Doç. Dr. Hakan Arslan / Kent ve kır sosyolojisi uzmanı, Uşak Üniversitesi
“Ulusal sınırlar yeniden kalınlaşabilir”

Salgın Çin’de başlamasına rağmen Avrupa’yı güçlü bir şekilde etkisi altına aldı. Buna ikinci dalga dersek, üçüncü dalgada da Amerika Birleşik Devletleri etkilenmeye başladı. İkinci dalgadan itibaren hem geleneksel hem de yeni medya dünya ölçeğinde neredeyse sadece bu konuyu işlemeye başladı. Virüse kısa sürede tıbbi bir çözüm üretilemezse konu dünya çapında gündemde kalmaya devam edecek.

Bu iki faktör, yani salgının Batı’yı etkilemesi ve ana gündem maddesi olmaya devam etmesi, dünyanın bundan sonraki gidişatı üzerinde belirleyici olacaktır. Eğer kısa sürede kesin bir bilimsel çözüm üretilirse, belki İtalya gibi birkaç ülke dışında, toplumlar tarafından arızi bir durum olarak hatırlanabilecek ve sıradan, gündelik yaşama zaman içerisinde geçilebilecektir. Ancak bilimsel çözüm geciktikçe bu ihtimal ortadan kalkıyor.

Günümüzün kapitalist toplumlarımn dayandığı temel unsur uluslararası ekonomidir. Ve salgın da uluslararası ve hatta ulusal ekonomiyi durma noktasına getirdi. Mevcut haliyle kapitalist sistemin bu durumu tolere edebilmesi mümkün değil. Bu nedenle, salgının etki süresiyle de ilişkili olarak, kapitalizmin bir kez daha bir kriz içerisine girmek üzere olduğu iddia edilebilir. Kapitalizm esnek bir sistem. 1929 krizi, ardından İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri sosyal refah devletinin;

1973 petrol krizi küreselleşmenin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Ekonominin küreselleşmesinden sonra salgının küreselleşmesi ise belki de, daha önceki gibi olmasa da, ulusal sınırların bir kez daha kalınlaştırılacağı bir dönemi ortaya çıkartabilir.

Son dönemde sürekli gündemde olan Amerika-Çin ticaret savaşları da hatırlanacak olursa ‘Küreselleşmenin sonu mu geldi?’ ya da ‘Farklı türde bir küreselleşme mi ortaya çıkıyor?’ diye sormak anlamlı olabilir. Ayrıca, başta sağlık olmak üzere kamusal hizmetlerde devletin daha da başat rol üstleneceği bir gelecek de öngörülebilir. Nitekim önde gelen kapitalist ülkelerin salgın sürdükçe sosyal yardım ve harcamaları giderek daha da artırmaları, sosyal devlet refleksinin tamamen yok olmadığını gösteriyor.

ÜRÜN DİRİER

Hem indirmesi hemde kullanımı tamamen ücretsiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu